11 Aralık 2010 Cumartesi

Kaybolmak üzerine

Bilmediğiniz bir yere gittiğinizde en büyük yardımcınız GPRS cihazları oldu artık, Fiyatları son derece makul, kullanımı kolay, önce bulunduğunuz yerin yatay ve dikey koordinatlarını tespit ediyor, deniz seviyesine göre yüksekliğinizi ölçüyor.Böylece en azından matematiksel bir şekilde kaybolmaktan kurtulmuş oluyorsunuz. Ekranda görünen rakamları bir arkadaşınıza söylerseniz ve onun da benzer bir aleti varsa işler kolay. Arkadaşınızın tek yapması gereken iş kendi cihazının ekranında sizin ona verdiğiniz değerleri görene kadar ilerlemek.
Tabii artık iş bu kadar karmaşık değil! Bir de harita yüklemişler böylece harita üzerinde nerede olduğunuzu görebiliyorsunuz, sonra hastaneleri, benzincileri, okulları, alışveriş merkezlerini de yüklemişler bir basıyorsunuz düğmeye, en yakındaki hastaneden başlayarak hepsi önünüze geliyor mesela. Sonra, gitmek istediğiniz adresi giriyorsunuz, yaya veya araçlı oluşunuza göre gitmek istediğiniz yere götürüyor sizi.
Teknoloji gerekli mi değil mi sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri bence bu cihaz. Çevrenizdeki her şeyden haberiniz oluyor ve tercihlerinizi elinizdeki bilginin zenginliğine göre yapabiliyorsunuz. Cihazınızın pilleri dolu olduğu sürece kaybolmanız mümkün değil, Yüreğinizin dilediği, ciğerinizin yettiği her yere gidebilirisiniz.
19. yüzyıla kadar hayatının herhangi bir anında nerede olduğunu, kim olduğunu, nereye gittiğini, neden öyle bir seçeneği tercih ettiğini anlamak için insanların elinde fazla bir referans yoktu. Belki birkaç kitap, belki bir dini yayınlar birde yaşlılar, ekeler ve akşam aile toplantılarında anlatılan hikâyeler vardı. O şartlar içinde dahi birçok inanılmaz iş başarılmıştı çünkü insan ruhu sonsuz merakı ve doymak bilmez macera tutkusu ile elindeki kısıtlı imkânları sonuna kadar kullanmaktan kaçınmıyordu.
Netice de bu tutkusunun bir sonucu olarak ortaya çıkan eksi ve artı kutuplara hükmetme ve dilediğinin kutbunun değiştirme olanağı, inanılmaz imkânları da beraberinde getirdi. Her zamanki acımasızlığı ile bu imkanları önce neslinin soyunu kurutmak amacı ile kullanan insanoğlu, daha yeni ve ileri şeyler keşfettikçe eski kabul ettiği teknolojileri sizin, benim gibi sıradan insanların emrine sunmakta bir sakınca görmedi.
Bu gün elimizin altında binlerce teknolojik yardımcı olmasına ve bütün bu teknolojik nimetler esasında hayatı daha iyi anlamamız ve yolumuzu kaybetmememiz için kullanımımıza sunulmuş olmasına rağmen (iyi niyetli oldukları kabulü ile), insanoğlu bugün her zamankinden daha duyarsız, daha niteliksiz olmayı tercih etti. Kendi açısından oldukça haklı ve mazur görülebilir bir durum. Bundan çok değil 50 yıl evvel gazetelerden okuduğumuz savaşları artık evimizde televizyon başında mısır patlağı yerken birebir seyredebiliyoruz canlı yayında, yada sel baskınında hayatını kurtarmaya çalışanların umutsuz çabasını veya depremin görüntülerini ekranlarımızda ileri geri oynatarak defalarca izleyebiliyoruz, cinayetler, darplar, dönen dolaplar,atılan kazıklar, hileler, hurdalar, dolandırıcılıklar,göz göre göre söylenilen yalanlar, hepsi ve daha fazlası teknolojinin bütün nimetleri ile kulaklarımızdan beynimiz akıyor.
Bunun doğal sonucu olarak insanoğlu en iyi bildiği savunma cihazını hemen devreye sokmaktan başka çare bulamıyor. Kalkanlar kapanıyor ve soğuk, ilgisiz, duyarsız insanlar olmayı tercih ediyoruz. Soğuk, ilgisiz, duyarsız, adam öldürmenin, adam dövmenin, hırpalamanın, dolap çevirmenin, kazık atmanın normal olduğunu düşünen bir nesil yetişiyor önümüzde ve yarınlarımızı onlara emanet ediyoruz.
 1970 lerde gündeme gelen Dallas dizisini izleyerek yetişen çocuklar, bu günkü dizi bombardımanının izleyen çocukların yanında aldıkları tüm hatalı kararlara ve sebep oldukları sıkıntılar karşı yine de masum kalıyorlar.
İş, ev, okul çemberi içinde kaybolmuş ruhların, ilgisizliği ve çaresizliği, gittikçe daha çok günlük hayatımızı etkilemekte. Ancak her şeye rağmen, öncelikle cevabının bulunması gereken bir soru var. Esasında bu sorunun cevabı her sabah yüzümüzü yıkarken önünde durduğumuz aynada gördüğümüz gözlerin derinliklerinde gizli ve sadece cesaretle konunun üzerine gidilmesini bekliyor.
Biz nerdeyiz, hayatın içindeki yerimiz neresi, kişiliğimize, birikimimize geçen her gün, her an neler ekleyebiliyoruz, denizden yüksekliğimiz ne? Nereye gidiyoruz, hedefimiz ne, ileriye doğru gidebiliyor muyuz? Yoksa hal aynı yerde miyiz? Çevremizin ve çevremizdekilerin ne kadar farkındayız?
Kendinize bir teknolojik harika aldığınız farz edin.
Bu harika, size farkında olduğunuz andan itibaren kendinizde yarattığınız değişimleri göstererek sığ insanlara göre olan yüksekliğinizi gösterecektir. Aynı şekilde hala içinize kapanıp olduğunuz yerde kalmadıysanız attığınız adımların sizi götüreceği yönü gösterecektir ve bu cihazın, alış veriş merkezlerini, sinemaları değil de, çevrenizde sizi seven ve sizin ihmal ettiğiniz kişileri ve yardımınıza ihtiyaç duyan muhtaçları gösterecektir.
Ne güzle olurdu değil mi?
Hayatımız bir anlam kazanırdı.
Aslında galiba vicdan dedikleri şey bu ….
Adelaide 2010

2 Aralık 2010 Perşembe

suyun kenarı

Suyun kenarı;
Çölün ortasında 55 derece sıcaklıktan uzun süre yürüdükten sonra tam susuzluk beyninize vurmuşken, aniden karşınıza etrafı yeşilliklerle çevreli bir su birikintisi çıksa ne yaparsınız? Genel eğilim içebildiğiniz kadar su içip birde suyun içine girip geçirdiğiniz zor günlerin tozundan toprağından kurtulmaktır.  
Netice diyare ile kurumuş bir vücut, yüksek ateş, muhtemel av hayvanlarının bir daha uzun süre oraya uğramaması olacaktır.
Çöl insanlarının yaklaşımı ise, önce av hayvanlarının kullandığı yolları tespit edip oraları kullanmadan suya yaklaşmak, yeteri kadar yaklaşınca nemli olduğu için nispeten daha kolay bir şekilde suyun kenarında ufak bir çukur açıp beklemek olacaktır. Kısa bir süre sonra bileşik kaplar teorisine göre kum tarafından süzülmüş, muhtemelen mikroplardan arınmış su açılan yeni çukurun içinde ana su birikintisinin hizasına gelen kadar yükselerek bir küçük temiz su havuzcuğu oluşturacaktır. Çöl adamı buradan temiz su ile susuzluğunu giderdikten sonra çukuru tekrar kapatacak ve geldiği gibi uzaklaşacaktır.
Böylece kendinden sonra gelenlerde temiz su ve eğer açlarsa avlanacak hayvan bulabilecekleri su rezervini kolayca ve kullanılabilir şekilde bulacaklardır.
Bu gün birçok şehrimizin çevresini nasıl harap ederek büyüdüğünü görmek için birkaç yıllık uydu fotoğraflarını karşılaştırmak yeterlidir. Birkaç sene öncesine kadar, yeşil olan su havzaları artık çevresi villalar ya da sanayi tesisleri ile kaplı suyun içinde debelenip kirinden pasından kurtulmaya çalışan insanın yapacağı tahribatın çok daha fazlası ile karşı karşıyadır.
  Çöl adamı, yalnızlığın içinde bir başka çöl adamı ile karşılaştığında da aynı yolu kullanmaktadır. Önce, belirli bir mesafede durmakta ve rahatsız etmeyecek bir şekilde bir süre kalmak için gerekli düzenlemeleri yapmaktadır. Sonra diğer çöl adamının geçtiği yolları taciz etmeden daha yakın ama onu  rahatsız etmeyecek bir yere bir başka kamp yeri daha kurmakta ve bir küçük hediye bırakmaktadır. Karşılıklı hediye alışverişi gerçekleşirse asla birbirlerini rahatsız etmeyecek şekilde bir süre aynı bölgeyi paylaşmaktadırlar.   Dünya herkese ait olduğu için paylaşamadıkları bir şey yoktur. Birbirlerinden ayrılırlarsa bunun nedeni yoğun bir anlaşmazlık değil sadece o bölgenin kendini peşlerinden gelecekleri hazırlayabilmesi için bir fırsat vermektir.  Genellikle bırakıp giden daha genç ve daha güçlü olandır. Çünkü onun hayatını yeniden kurma olasılığı çok yüksektir.
İnsan ilişkileri de çölde karşılaştığımız vahaya benzer, zor bulanan iyi arkadaşları, samimi ve içten davranışları susuzluğumuzun verdiği hoyratlığımızla nasıl da dağıtır, parçalar ve kullanılmaz hale getiririz.
Karşımızdakinin özel yaşamını saygı göstererek, aynı mekânı paylaşmayı öğrenmek, bize verilen değeri karşılıksız bırakmamak ve dünyada yalnız olmadığımızın her zaman bilincinde olmak niye bu kadar zordur?
 Daha da önemlisi gelecek kuşaklara bırakacağımız örnekleri oluşturmak için neden yeterince gayret sarf etmiyoruz? Oğlumuzun yâda kızımızın kendilerine örnek alacakları yaşam tarzları bizlerin şu anki yaklaşımından farklı olabilir mi? Onlarda gözlemlediğimiz, yüzeysel ilişkilerin, marka düşkünlüğünün, sorumsuzluğunun,  plansızlığın, neşeli kahkahaların arkasındaki yalnızlığın sebebi sadece değişen eğitim sistemi, televizyon dizilerindeki saçmalıklar ve yoğun iş tempomuz nedeni ile onlarla yeterince ilgilemememiz mi   yoksa  bizlerde her gün gördükleri maskelerimizin arkasındaki boşluğu anlayacak kadar bizlere yakın olmaları mı?
 Günlük, dakikalık, anlık yaşamanın en güzel örneklerini verirken yarınlara bırakacağımız miras, hiçlikten öte ne olabilir?
Adelaide  2010

30 Kasım 2010 Salı

Üçden fazlasına dair.

Üç’ten fazlası,
Neden sahip olduklarımızı sınıflandırırken onlu bir sistem kullanırız sorusunun cevabı pek çok şekilde verilebilir. İlk akla gelen cevap çünkü ellerimizde beşerden on parmak vardır.
Hakikaten on parmağımızla pek çok şeyi sınıflandırabiliriz. Ancak Matematikte ve hayatın anlam kazanmasında yardımcı olan zamanın hesaplanmasında ise genel hatları ile  altmışlı sınıflandırma kullanılmaktadır.
Beş, on, on iki ya da altmışlı sınıflandırma sisteminin neden seçildiği sorusunun teknik bir cevabı varsa da sıradan bir insan bu konuların üzerinde durmaya bile gerek duymadan, sadece kendisine öğretildiği gibi sınıflandırmalar, gruplandırmalar yapmaya devam edecektir hayatı boyunca.
Kültürel gelişmişlik arttıkça zaten kendiliğinde beşin, onun, on ikinin, altmışın, yüzün, binin katları yetmez olacak ve neticede milyonlara dayalı sınıflandırma kullanmaya başlayacaktır.
 Alışveriş yerlerinde milyonuncu müşteri, üretilen milyonuncu buzdolabı, mahallemizin ilk milyoneri hayallerimizin ulaşabileceği noktaların sınırlarını hayatımız boyunca büyük bir kesinlikle çizecektir.
Oysa beşten ona, ondan, on ikiye, on ikiden altmışa geçtiğimizde beşler, onlar ve on ikiler anlamını yitirecek sadece tamamlanması gereken skorlar haline gelecektir. Daha dün beş parmağımızla koca bir evreni anlamaya çalışırken bugün her an milyonların bile yetmediğini anlama tehlikesi içinde yaşamımızı ve yaşamımızdaki bizce önemli şeyleri anlamaya çalışıyor olacağız.
  Bu gün medeniyetlerinin yani kendilerini ifade etme ve izlerini gelecek kuşaklara bırakma arzusunun Yirmi bin yıldır var olduğunu öğrendiğim bir topluluğun yirmi bin yıldır değişmeyen dilleri ile tanışma fırsatım oldu.
 İnsanın yaşayamayacağını kolaylıkla kabul edebileceğiniz şartlarda yaşamlarını sürdüren bu insanların konuştukları, deneyimlerini aktardıkları duygularını ifade ettikleri dilleri halen yaşayan en eski dillerden birisi.
Bu insanların matematikleri sadece dört tanım üzerine kurulu, benin karşılığı bir, senin karşılığı iki, onun karşılığı üç ve sonra her şey demek olan dört geliyor. Ben sen o ve diğer her şey. Hanları hamamları istifleyecek altınları olmadığı için hayatlarında sadece bu dört tanım var. Ben, sen, o ve diğer her şey, bütün bir evreni anlamak, hayatın manasını keşfet ve insan olarak yaşamak için gereken her şey bu dört tanımda gizli. Ne bir eksik ne bir fazla. Sadece, olan, süre giden durumun bilgece bir analizinin bir hayat biçimi halinde ifadesi.
Dört kavramla onların başaramadığı şeyi anlamamız için kaç Gigabyte gerekecek acaba? aç milyonliralık arabaya binince, bankada kaç milyonlarımız olunca, kaç milyonlirayı bir kerede harcayınca ve daha kaç milyon nefes alınca anlayabileceğiz ve kendimize yeni bir yaşam biçimi yaratabaileceğiz? 
"Her şey süresince elde edilmiş bilgeliğin benim, senin ve onun için anlamı diğer her şeyde"
Adelaide 2010

14 Kasım 2010 Pazar

Zebranın ölümü

Kurak dönemden önce, son yağmurların beklentisi içinde ki Zebra sürüsü, uzun zamandan beri etrafında dolaştıkları su birikintisinin kıyılarında her zamanki yerlerini almışlardı. Gittikçe küçülen su birikintisi çevrede kendisi kadar büyük olmayan diğer su birikintilerin kurumaya yüz tutması nedeni ile her gün daha çok hayvan için yaşam merkezi haline geliyordu.
Kalabalık Zebra sürüsündeki Zebralar gittikçe daha küçük bir su birikintisini paylaşmak zorunda oldukları için sinirli ve saldırgan bir havaya bürünmüşlerdi. Zaman zaman küçük diş atmalar şeklinde başlayan sataşmaların zamanı geldiğinde can yakacağı belliydi.
Nitekim beklenenin olması için çok zaman geçmesi gerekmedi. Zaten sıkışık durumda olmaktan rahatsız olan  zebralardan biri aniden çifteler atmaya başladı. Huysuzlanan  Zebra neden çifte attığını biliyordu ama nereye attığını bilmiyordu.

Sadece öylesine umarsızca, dikkat etmeden, bir şey olur mu kaygısı duymadan çiftelemeye devam etti.

Çiftelerinden birisi o kalabalığın içinde sinirli Zebranın  hemen arkasındaki hayvanın başına geldi, darbeyi hiç beklemeyen ve sersemleyen Zebra zamanında kaçamadı  arda arda gelen darbelerle hemen oracıkta can verdi.
Diğer Zebralar bu" gereksiz "ölümle "gereğinden" fazla ilgilenmediler ve suyla işleri bitince durup dururken aldığı darbelerle ölen hayvanın cesedini leş yiyicilere bırakarak güneş doğunca tekrar gelmek üzere uzaklaştılar su kaynağından.
Bu görüntüleri çeken ve anlamsız şiddetin yıkıcılığını evlerimizdeki aptal kutusunun ekranına getiren kameraman “durumu fark ettiğimde çok geçti ve müdahale etmek yerine kendimi duygularımdan arındırıp görüntüyü çekmeye devam ettim "diye açıkladı içinde bulunduğu ruh halini.
Gittikçe zorlaşan hayat koşulları içinde hissettiğimiz ani öfke patlamaları ile darbeler indirdiğimiz, kalbini kırdığımız insanlar geldi gözümün önüne. Başkaları için sebepsizmiş gibi gözüken davranışlarımızın arka planında yatan çaresizliğimize karşı duyduğumuz öfkenin yansıması olan bu tür olaylar modern Dünya’nın günlük düzeni içinde her an karşımıza çıkabilmektedir.

 Darbeyi indiren darbenin öldürücülüğü konusunda bir fikre sahip değildir, darbeyi yiyen neden bu darbeyi hak ettiğini bilememektedir. Dişlerimizi geçirdiğimiz,iğneli sözlerle aşağıladığımız, görmezden gelmekle tehdit ettiğimiz insanlar arasında kendimize yer kapmak için göze aldığımız sınır biraz yukarıdaki Zebra nın sorumsuzluğu ile orantılı olabilir mi?

Tinerciler tarafından öldürülen, çakmak gazı çekereken,patlamada yaralanan, 0niki yaşında iki servis arasında bir sigara içen, sebepli yada sebepsiz yere ölen, öldürülen, intahar eden, işsiz, hasta, yaşlı, bakıma muhtaç insanlara karşı, ilgimiz yada ilgisizliğimiz ertesi gün güneş doğarken su kaynağına dönmek üzere uzaklaşan Zebralardan daha mı farklı?
Neticede darbeyi yiyeni yattığı yerde bırakıp evimize giderken, birçoğumuz o kameraman gibi duygularımızı karıştırmadan izlemeyi tercih etmekteyiz ve her gün daha çok Zebra ummadığı darbelerle can verirken, bizler gönüllerimiz rahat evlerimizde oturup aptal kutusundaki evet hayır oyununu izlemekteyiz. Başkalarının hayatını dizilerden izlemekten, hayatın içindeki başkalarını umursamaz olduk.   
15.11.2010

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yerli malı

Yerli malı haftası ile tanışmam ilkokul yıllarına kadar uzanır. iki üç masa birleştirilir ve üzerine yerleştirlen kırmızı örtünün müsait olan yerlerine ama yine de kendine has bir düzen içinde ve örtünün lekelerinin görülmemesini sağlayacak şekilde fındık fıstık,incir,nohut dizilirdi. O zamanlar Türkiye cumhuriyeti tarıım alanında kendi kendine yeten dünya üzerindeki bir kaç ülkeden biriydi.

İnsan nüfusumuz kadar hayvan nüfusumuz vardı .

Köyde hasat mevsimi geldiğinde tarlalara çalışmaya giden öğrencilere izin verilirdi. Hatta Köy okulları ayrı tarihte,şehir okulları ayrı tarihte tatil olurdu.Yani tarım ve onun gerekleri henüz hayatımızın önemli bir parçasıydı.

1970 lerde, Amerikan malı süttozundan yapılan sütler, fırında pişirilmiş çeyrek ekmeklerle dağıtılmaya başlandı okullarda. Süttozunun tadı güzel miydi hatırlamıyorum ama "Süt" olmadığı kesindi. Hayatını tarıma göre ayarlamaya başarmış bir memlekette tarıma ilk önemli darbe o günlerde  indiriliyordu.

Saatli marif takviminde çok önce, tarım takvimi bilinirdi. Anneanem, bu gün fırtına var dediğinde o gün kesin fırtına olurdu, Yalancı baharlar,sert kışlar birbirini izler ama saatli marif takviminin arkasındaki notlar her zaman büyük bir kesinlikle  hangi fırtanın hangi gün olacağını bilirdi.

Sümerbankın sağlam ama kaba görünüşlü ayakkabıları, eski teknoloji ile yapılmış paha biçilmez güzellikteki kumaşları vardı.Milli piyango biletleri çekmece diplerinde saklanırdı ve üzerlerinde  mutlaka yerli malı haftasına özel desenler olurdu.

Sonra herşey birden değişti, Keçilerimiz,topraktaki bitki örtüsünü katlediyordu, ineklerimiz verimsiz ve kalitesizdi, bol gübre,kısır dönemlik tohumlardaha iyiydi. Zaten seralar her türlü tarımı daha hızlı ve daha güzel yapıyordu. Bire on veren tohumlar yerine bire bin veren kısır tohumlar her yeri sardı. Planlı tarımdan , plansız tarıma geçildi.

 Köyde yaşamak normal bir şey değildi ve artık herşey pazarlarda bulunuyordu.

Ben büyüdüm ve yerli malları kayboldu.

Bir fabrikada çalışırken açılan ihaleye katıldığımızda ille Alman malı olaması gerektiği söylenerek, teklifimiz rededildi. Alman firması bir hafta sonra bizden istedi üretimi yapmamızı.

Türkiyede Türk vatandaşları  tarafından yapılan yedek parçalar, Alman firmasının paketi ile ihale sahibi kamu kuruluşuna teslim edildi.  Nitekim altı yıl sonra o fabrikanın sahibi artık bir Alman firmasıydı. Dünyanın dört bir yanına gönderilen yüksek kaliteli ürünler, bir Alman firması tarafından Türkiyede ürettilen malzemelerdi.

Küresel pazarlara girmek, uluslararası olmak, dünyanın dört bir yanına Türkiyede üretilen ürünler göndermek çok güzel ama ben çocukluğumun, gururlu günlerini özledim. O zamanlar, köyde yaşamak, tarımla uğraşmak, hayvan yetişitirme ve hatta , yerli mallı deyince Sümerbankın akla gelmesi ayıp değildi. Elimizde onlar vardı ve biz onların kıymetini biliyorduk.

Gururumuzu, çin malları ile değiştirmeyi terch ettik, yaptığımız güzel işleri yabancı markalar ile pazarladık. Dükkanların adları bir acaip oldu.  Hepsi bir ömrün çeyreğinde gerçekleşti.

Bu gün yerli malı haftasına katılan çocuklar, kızılderililerin haftasını kutladıkları zannediyorlar.

11 Kasım 2010 Perşembe

Vasiyet

Kalbini kırdığım küçük kız,
Bakkal Mustafa amca,
Karşı köşedeki berberin çırağı,
Şu otobüsün şöförü,
Çöpü karıştıran pireli kedi,
Sarı renkli çimenler,
Boş ayran kabı,
Salonun köşesindeki aptal kutusu,
 Alacak verecek hesabımız tamam mı?

Biraderlerim,kardeşlerim,
Can dostum, tamam mıyız?
Kütüphanemde kalan kitabını almayan var mı?
Son kadeh tokuşturuldu mu?
Galatasarayın hocasını,
memleketin durumunu andık mı?

Ya sen güzel annem ,suskun babam,
tatlı kızım,canım oğlum, alacağımız vereceğimiz tamam mı?
Konuşulmayan paylaşılmayan bir şey kaldı mı?
Kızgınlığınız geçti mi?üzüntünüz bitti mi?
Halinizden memnunmusunuz?
Sevildiğinizi biliyormusunuz?

Canımın içi,yoldaşım,
aşkım, bir tanem
Yoruldum artık.
sıkıldım.
Hesap tamamsa,
bana Müsade.

Yeni bir gün doğmakta,
çekelim çizgiyi,
birde çarpı işareti.
Boş sayfayı doldurmaya
hayata çalım atmaya,
yaşamaya,paylaşmaya .
Her gece,
Hesabı tamam eyleyip,
her sabah yeniden başlamaya devam

12.11.2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

hayatımızdaki virgüller

İnsanoğlunun hayatında önemli olan anlar sıralamasını sorsalar bana ben sadece üç tane önemli an olduğunu söylerim. Bunlardan birincisi, annemizin karnında hiçbir çaba harcamadan beslenip ciğerlerimizdeki sıvı ile yaşamaktan vazgeçip, ciğerlerimize hava çektiğimiz ilk andır. İnsan ciğerleri temelde tembel organlardır. Çabuk unuturlar çalışmayı bu nedenle, ameliyatta suni solunum cihazına bağlanan hastalar, ameliyat sonrası yoğun bakım ünitelerinde bütün o ilaç yüklemesinin getirdiği geçici rahatlığa rağmen ciğerlerini yeniden nefes almayı öğretirken yaşadıkları sıkıntı bu anın öneminin daha iyi anlamalarını sağlar. Yeni doğan bebeğin ilk nefesinden sonra attığı çığlık aynı zamanda yaşam savaşında kazanılan en büyük zaferin habercisi ve muhteşem bir performansın göstergesidir.
İkinci önemli an ise, Yaşam defterine son noktanın konulduğu andır. Beyin salgılanması emrini verdiği kimyasallar ile vücudu rahatlatmaya çalışır. Genel olarak büyük bir sakinlikle karşılanan bu süreçte muhtemeldir ki yaşam defterinin sayfalarını dilediği gibi dolduran, geri dönülmez yolculuğun başladığının farkındadır.
Üçüncü önemli an ise aslında kişinin yaşam denen bu karmaşaya karşı duruşunda tercih ettiği profile göre değişen sayıda gerçekleşen karar verme anlarıdır. Birçokmuş gibi gözükmesine rağmen aslında bir anın farklı örnekleridir.
Buradaki” karar” dan kasıt yumurtayı rafadan mı, kızartmamı tercih edeyim türünden kararlar değildir. Bahse konu kararlar, başında büyük bir haykırış, sonunda bir nokta bulunan hayat yolculuğundaki virgüllerin bulunduğu yerlerdir. Her bir virgül bir dönemin tamamlandığını ancak hayatın devam ettiğini belirler.
Bir virgül, evleneceğiniz kişi için, bir virgül, bebeğiniz için, bir başka virgül başka bir şehre taşınma kararınız için koyarsınız ve hayatınıza devam edersiniz. Bazen sizinle paralel giden hayatlardan birinin sonuna bir nokta konur ve bununla ilgili virgülünüz biraz daha koyu durur kâğıdın üstünde.  Paralel hayatlardaki noktalar ve virgüller birbiri ile garip bir ilişki içinde devinimlerini sürdürürler.
Birde, öyle virgüller vardır ki, bütün hayatınızın bir anda değişmesini ve yepyeni bir başlangıcın yapılmasını ifade eder. İşte bu virgüller, benim üzerinde durduğum ve değerli bulduğum anlardır. Çok nadirdirler, çok değerlidirler, çok talepkardırlar ve çok büyük mücadelelerin habercisidirler.
Hayatın başı ve sonu belli olduğuna göre arada sergilediğimiz virgülleri boş verip büyük ve önemli virgülleri değerlendirmeyi amaç edinmek lazım. Geriye bıraktığımız anılarımız içinde çocuklarımıza kendi hayatımızı ellerimiz arasında şekillendirme cesaretine sahip olmanın ne kadar kıymetli bir miras olduğunu göstermek için tek fırsatımızı iyi değerlendirmek lazım her zaman.

Neticede mezar taşımız bunca detayı içermiyecek kadar küçüktür.Öyle olmasıda yeterlidir.Ancak bahse konu türden virgüller, gelecek kuşakların hayatlarını da etkilediğinden, kısıtlı ömrümüzün içinde torunlarımıza bir efsane bırakmak için en büyük şanslarımızdır:-)  

9 Kasım 2010 Salı

Mirasyedi,

Mirasyedi,

Yedik bitirdik seni,
Keyfe kederdi halimiz,
Bir şey bildiğimizden değil,
Şuradaki parke yolda,
Çınar ağacının dalları altında,
Soğuk bir sonbahar gününde,
Tereddüt etmedik,
Tedirgin olmadık,
Öylesine, doğal ve sakince,
Kıskançlıktan, hasetten,
Kadir kıymet bilmezlikten,
Vefayı bir semt ismi sanmaktan,
Asla  olamayacağımızı bilmekten,
ve dahi utancımızdan.
Şöyle bir bulutlara bakıp
Derin bir nefes alıp,
Yedik bitirdik seni.
Üstüne bir bardak su içtik.
Karşı kaldırımdaki çocuğun,
Gözlerindeki dehşeti görmedik.
İçimizdeki boşluğun sebebini bilemedik
10 Kasım 2010

8 Kasım 2010 Pazartesi

İnce fark

Yaratıcı zekâ ile yıkıcı zekâ arasındaki ince farkı anlayabilmek için bol zamana ihtiyaç vardır. Zekâ zaten dizginlenemez, gem vurulamaz bir tür mutsuzluk kaynağı iken birde bu zekânın içinde bulunduğu koşulları değiştirmek üzere devreye girmesi yani zekânın cesaret ile desteklenmesi her an hayatımızı geri dönülmez bir şekilde değiştirebilir.
Yıllardır zekânın sınıflandırılması konusunda çaba gösteren bilim dünyası benim bakış açımla henüz bu konuda olumlu bir sonuca varamamıştır. Bunun temek sebebi zekâ gibi olağan üstü bir değerin, genel kabul görmüş olağan yetenek ve yaklaşımlarla anlaşılmaya çalışılmasıdır.

Bu garip ve bence gereksiz olan çaba sırasında ortaya konulan kıstasların yetersiz olduğu açıktır.  20 basamaklı 14 sayının çarpımını kâğıt kalem kullanmadan yapabilen birisini otistik olarak nitelendirirken, anti sosyal davranışlar sergileyen bir başkasını yüzyılın dâhisi olarak kabul etmek ne kadar gerçekçi ben bilemiyorum.
Öte yandan bilim insanları açısından zekânın sınıflandırılması ve derecelendirilmesi çok güzel başarılmış olmalı ki şimdi de duygusal zekâ gibi yeni kavramlar ortaya atılıp bu konudaki yetersizlik maskelenmeye çalışıyor.
Yazının girişindeki yaratıcı zekâ ile yıkıcı zekâ arasındaki ince fark kelimesine takıldığınızı biliyorum. Zekâ benim açımdan alışılmış kalıpların dışına çıkabilmemizi sağlayan algılama biçimimizdir. Ancak bu zekânın sadece ham halidir. Bu algılamanın fiiliyata dönüşmesi gereklidir. Fiiliyata dönüşmesi ise zekânın koşullara müdahalesi olarak kabul edilebilir.
Bilim insanları zekânın özel bir durum olduğunu ve anlamak için sınıflandırmak gerektiğini ileri sürüyorlar. Üstelik bunu pek zekice olmayan bir şekilde yapıyorlar. Zekânızın derecesi, üçgen küpün dokuz parçasını tekrar başarı ile bir araya getirebilmeniz, ya da ardışık şekillerden sıradakini soruyu soranlar açısından doğru şekilde en kısa sürede tahmin etmeniz değildir. Zekâ, içinde bulunduğunuz koşulları değiştirmekteki yeteneklerinizin mevcudiyetidir.
Ani gelişen bir durumda sürücünün hem arabayı hem içindekileri kurtaracak bir karar vermesi ve uygulaması için ne üçgenleri bozup yeniden yapmasına nede sıradaki resmi tahmin etmesine gerek vardır. Modern zamanın testlerinden düşük not almış birisi çok büyük rahatlıkla bu tercihi yapıp bir çok kişinin hayatını kurtarırken (yani yaratıcı zekâsını sergilerken)Einstein muhtemelen sosyal açıdan sorunlu bir tip olduğundan hiçbir zaman böyle bir tercihte bulunmak zorunda kalmayacaktı. Oysa aynı Einstein Atom bombasının geliştirilmesi için yardımcı olmuş ve yıkıcı zekânın en güzel örneklerinden birini sergilemekten çekinmemiştir.
Hakikaten zeki olup olmadığımızı birkaç teste ve muhtemelen bizim kadar bazı konularda yaratıcı olamayan insanların bizler adına yapacağı değerlendirmelere bağlıyorsak, onlar haklıdır bizler sınıflandırmaya muhtacız.
Einstein bana çok uzak diyorsanız, bir annenin, çocuğu kanalı ile gelininden, damadından ya da yine bir annenin çocuğu kanalı ile çocuğunun babasından intikam almak için geliştirdikleri yöntem ve yaklaşımları göz önüne getirin. Bir sevgilinin başka işler peşinde koşarken sevgilisinin haberi olmaması için sergilediği numaraların özgünlüğünü dikkate alın veya  İş yerindeki, çekişmelerde çalışanların ya da yönetim kademesindekilerin birbirinin ayaklarını kaydırmak için başvurdukları yolları hatırlayın hiç birini beğenmediyseniz bir çocuğun anne veya babasına istediklerini yaptırabilmek için geliştirdiği olağan üstü yaklaşımları hatırlayın.

 Söylenen beyaz yalanlar, yaratılan sahte dünyalar,  hepsini göz önüne aldığınızda herkesin işine geldiği yerde herhangi bir kıstasa göre yeterince zeki olabileceğini göreceksiniz.
Benim için gerçekten zeki bir insan, içinde bulunduğu koşulları değiştirme iradesi gösteren bunun için mücadele etmeye hazır olan ve doğru kararlar alıp çekinmeden uygulayan kişidir. Ancak bu yetmez. Einstein Atom projesinde görev alırken içinde bulunduğu koşulları değiştirmek için irade sergilemişti, çekinmeden bu kararları uygulamıştı ama benim açımdan zekânın yanından bile geçememişti. Çünkü zekânın aynı zamanda muhteşem bir sorumluluk duygusu ile desteklenmesi gerekmektedir.

Yıkıcı ve yaratıcı zeka arasındaki ince köprü bu detayda gizlidir.

09.11.2010

7 Kasım 2010 Pazar

Dilek kuyusuna üç kuruş

Dilek kuyusuna üç kuruş,
Bir gün karşınıza bir dilek kuyusu çıksa ve bu dilek kuyusuna atacağınız üç kuruş karşılığında her istediğinizin yerine getirileceği söylense elinizdeki üç kuruşu bu kuyuya atarken neler dilerdiniz?
Sonsuz hayat, sağlık, mutluluk huzur, zenginlik, aklınıza gelebilecek her şeyi dileyebilirsiniz. Herhangi bir sınır yokdur.

Bu ilginç fırsatın  hemen hemen her dilde, kültürde farklı aktarımları vardır. Kimisinde Sfenks kapıdan geçmek isteyenlere üç soru sorar kimisinde lambadan çıkan cin,  lambayı bulana üç dileğini yerine getireceğini ileri sürer.
Dileği yerine getirme kısmı değilde dileğin nasıl istendiği, önemlidir.Dilek tutarken ne istediğine dikkat etmek gerekir,
Öykülerden birisinde dilek sahibi tuttuğu her şeyin altın olmasını istemişti. Neticede hiç bir iş yapamaz hale geldi,"tuttuğun altın olsun" diyenler için bir köşeye bir not düşmek  lazım!  

Bir başka versiyonda ise dilek tutanın dileği hemen kabul edilir ama dilek sahibi cümlelerini doğru seçmemiştir. Ölümsüzlük istemiştir. Geçirdiği kaza sonucunda boyundan aşağısı felç kalır ve hareket edemeyen, bir ölümsüz olarak hayatına devam eder.

Sonsuz bir aşkla sevilmesini isteyen dilek sahibi, aşkının içine düştüğü çaresizlik içinde eriyip yok olmasını seyretmek zorunda kalır. Ne yapsa ne etse aşkına karşı duyduğu büyük sevgiyi ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.Yemeden içmeden kesilen aşkı dilek sahibinin kollarında ölür.
Kısaca ne dilediğine ve nasıl dilediğine dikkat etmek lazım yoksa pişman oluvermek çok kolaydır.
Aslında insan hayatı için muhteşem bir alegorik öyküdür bu üç dilek öyküsü.  Ancak hak edenin ve gerçekten arzu edenin istediklerine kavuşabileceğini vurgular.
Her alegori gibi bu üç dilek ve dilek kuyusu öyküsü de eski çağlardan gelen geleneklerin izlerini taşır ve esas öykü çok daha önemli ve anlamlıdır. 
Yer altında bulunan ölüler ülkesine gidebilmek için yer altı nehrini geçmek gerekmektedir. Çeşitli kültürlerde çeşitli dillerde farklı isimleri bulunan bu nehrin bir kayıkçısı vardır. Bu kayıkçının ücretini ödeyenler ölüler ülkesinin huzurlu dünyasında kendilerine yol bulabilmektedir.
Ücret üç kuruştur. Kuruşlardan ikisi gözlerine birisi ise dudaklarının üstüne konulurdu. Sol gözün üstüne konan kuruş, kendine tanınan sınırlı süre içinde bilgelik konusunda ilerleme kaydettiğini gösterir, Kısacası yaşarken ki bilgeliğinin bir işareti idi. Sağ gözün üzerine konulan kuruş, yaşarken, sevilen ve sayılan birisi olduğunu gösterirdi. Yani sol gözündeki kuruş iç yolculuğunu tamamladığını gösterirken, sağ gözündeki kuruş toplum için faydalı bir insan olabilmeyi başardığını gösteriyordu.
En son olarak dudaklarını mühürleyen kuruş ise iyi bir arkadaş olarak kendine emanet edilen sırları koruyabildiğini gösteriyordu. Ölümünden sonra da bu sırların ortaya çıkmaması için dudakları mühürlenmişti.
Bu bedeli ödemeyn insanlar,kayıkçı tarafından red edilir ve tekrara çilesini doldurmak üzere yaşayanlar arasına terk edilirdi.Hemen şunu belirtmek gerekir ki ölüler ülkesi korkutucu bir yer olmaktan çok sonsuz huzurun kaynağı olarak kabul ediliyordu insanlık tarihinin önemli bir kısmı boyunca.

Özellikle 14.üncü yüzyıldan sonra kilisenin baskısı ile ölüler ülkesi bu günkü cehennemi tasvirine kavuşmuş oldu.
Netice de iyi değerlendirilmiş bir hayatı temsil eden üç kuruş sonsuz huzur için kabul edilebilir bir değerdir.

 Bence çok geç olmadan bu üç kuruşun ne kadarını hak ettiğimizi bir an önce bulmamız lazım
08.11.2010

Pazar müziği

Cazın en büyük özelliği her bir çalışmanın özgün olması ve her seferinde farklı tonlara sahip olmasıdır.Ustalardan bir seçki. Asla bir daha aynı şekilde çalmıyacakları yorumlar güzel bir pazar olsun :-)

Hayatın basamakları

Hepimizin hayatında önemli bir yer tutan internet kavramı ilk kez 7o yıl evvel ortaya atılmıştı. 7o yıl evvel  kaleme alınan bir  hikayede insanlar ellerindeki cihazlarla bütün gezegeni birbirine bağlayan bir sinir ağına sürekli olarak bağlı kalıyorlardı.

Yine bu hikayede insanların anıları,bilgi ve becerileri, duyguları kısaca insanı diğer canlılardan ayıran her şey bu sinir ağı vasıtası ile diğer insanların paylaşımına açılmıştı.

Bu ilginç ve o zaman için hayli zorlayıcı olan bu fikri ortaya atan yazar bir başka eserinde yine bu sinir ağına aften insanlar tüm ihtiyaçlarını buradan karşıladığı için,gittikçe diğer insanlara karşı duyarsızlaştıklarından bahsetmişti.

Bu ileri görüşlü yazarın aklına bir gün insanların bu sinir ağına bağlanırken diledikleri kimlikleri edinebildikleri için artık kendileri ile ilgili herhangi bir taleplerinin olmayacağını ya gelmemişti yada bunun korkunç neticelerini fark ettiği için yazıya dökerek bu muhteşem kurguyu eksik ve hatalı olarak göstermek istememişti.

Netice de bu gün sinir ağına bir şekilde hepimiz bağlandık hatta onsuz hayatımızı sürdürme fikri bizler için neredeyse sigarayı bırakmak kadar zorlu bir mücadele gerektiriyor. Her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz her türlü tecrübe ve bilgi birikimini paylaşabiliyoruz. Her türlü rezillikten bu sinir ağı sayesinde payımızı alıyoruz.

Ancak bunları yapan bizler bu sinir ağının mevcudiyetinden evvelki hayatı hala hatırlıyoruz. Acı ve tatlı anıları, her insanın özgün olduğu kendi ile ilgili emek verdiği günlerin izleri hala zihnimizde güçlü bir şekilde var.

Diyelim ki dünyanın manyetik alanında meydana gelen değişiklik nedeni ile bütün kurulu bilgi paylaşım sistemi çöktü, internet, CD ler DVD ler kullanılmaz halde, bizler biraz sıkıntılı bir süreç de olsa hemen uyum sağlayabiliriz yeni duruma, ama bizden birkaç kuşak  sonrakilerin ne  yapacağını tahmin etmek mümkün değil. Olsa olsa kendi çocuklarımızı tarafsız bir şekilde inceleyip bir tahmin geliştirebiliriz.

Onların rol modelleri,içinde bulundukları ortam nedeni ile  internet standartlarına uygun, bizler sokaklarda büyüdük onlar ekran başında büyüyorlar, bizler akıllı olmak uslu durmak zorundaydık onlar, akıllı olmak veya uslu durmak zorunda olmadan istediklerini sanal dünyada yapabiliyorlar.

Bizler kişisel bakımıza dikkat etmek zorundaydık, onlar görünmedikleri için artık kişisel bakımlarına, fiziksel görünüşlerine dikkat etmiyorlar.

Çok kolay internet üzerinde oynadıkları oyunlar da  insan öldürüyorlar ve ülkeler yok ediyorlar.

Bizlerden çok daha hızlı düşünebiliyorlar,çok daha hızlı tepki verebiliyorlar ancak sokaklarda düşüp dizlerini kanatmadıkları için yada üst mahalle çocuklarından sıkı bir dayak yemedikleri için  acının ne olduğunu bilmiyorlar bu yüzden başkalarının acılarına karşı gelecekte duyarlı olmaları çok zor.

İnternetteki oyunlarda sürekli en kısa sürede en yüksek  puanı toplamak amaç olduğu için, halen bir şekilde varlığını sürdüren okul dünyasında korkunç ve acımasız bir rekabet içindeler. Yanındaki sıra arkadaşını yenilmesi gereken bir düşman, öğretmenini aşılması gereken bir "level" olarak görüyorlar.

Anneler , babalar olarak eğitim dünyamızda bir sonraki levele geçmek için gerekenleri tam bir kararlılıkla yapan hayatını kurslarda özel derslerde geçiren çocuklarımızın ne kadar başarılı olduğunu diğer anne babalar ile paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyarken çocuğumuzu PSP deki yeni oyunlarla yada PSP oynamasına internete girmesine verdiğimiz izinle terbiye ediyoruz.

Muhakkak ki değişim kaçınılmazdır ve değişime ayak uyduramaıyan daha hızla yok olacaktır.Ancak "Sigaranın" üretiminin yasaklanması gerekeken bir zehir kaynağı olduğunu bile bile, hem sağlık sektörü için yeni gelir kaynakları yarattığından hem de üzerinden kokunç vergiler alınarak bütçe açıklarının kapanmasına  yardımcı olduğundan hala üretimine izin verilmesi gibi bir iki yüzlülüğü sergilemekten çocuklarımızı bekleyen bu çok önemli  tehlike karşısında da çekinmememiz  geçmişteki hatalardan ders almadığımızın göstergesi.

Eskiden bizlerin adım adım çıktığı basamakları, bir hamlede atlaya zıplaya beşer onar geçen çocuklarımızın gelecekte  sağlam ve güzel bir hayatın teminatı olacaklarına inanmak istiyoruz.

4 Kasım 2010 Perşembe

Kahramanım benim

Her kültürün kendine has kahramanı vardır,ancak bu kendine has kahramanların ortak noktaları da çokdur.

Sert koşullarda yetişen kültürlerin kahramanları da sert karakterli olur. Ejdehaları öldürürler ve tek elle kullandıkları kılıçları ile bir vuruşta bir çok düşman askerini yere sererler. Modern sinema tekniklerinin bize inandırmakta zorlandığı bu sahnelerin zamanında nasıl gerçekleştiği hep benim için bir merak konusu olmuştur.

Bu tür kahramanlar, küçük kabilelerden, dört bir yanı düşmanlarla dolu topraklardan çıkar. Erken hayata atılırlar, hemen kılıç tutarlar ve nadiren yataklarında ölürler.

Öyküleri ağızdan ağıza anlatılmaya müsait olduğu için öykünün  anlatıcının keyfine kalmış bir derinliği vardır. Daha çok kılıç tekniğinin mükemmelliği, kollarının gücü anlatılır dinleyenlere.Ha birde istediği kadını nasıl elde ettiği. Dinleyenler inanmasa da en azından inanmayı isterler.

Her kültürün, bir dönemi, ama özellikle ilk ortaya çıktığı, ana hatlarının belirlendiği dönemi, bu tür kahramanlar ile ifade edilir. Kahramanlar saf, temiz, becerikli ve çok cesurdur. Genellikle yalnız çalışırlar. Uçan turnayı gözünden vurular. Bir çok sevgilileri vardır, Çocukları olur ama dövüşmekten fırsat bulamazlar çocuklarını yetiştirmeye, mesela nedense hep yıllar sonra baba ve oğul bir araya gelir, kahramanlar genellikle erkekdir ve dişi kahraman  pek nadirdir.

Zaman içinde kahramanların genel karakteri değişir. Artık kahramanlar diğer kahramanlar ile işbirliği içindedir. Birinin açığını öbürü kapatır, daha sade, daha az mükemmel ve daha gerçekçidirler.

Ait oldukları toplumun değişen yüzünü sergilerler, artık dört bir yanı düşmanla çevrili topraklar daha az tehlikelidir. Düşmanların saygısı kazanılmıştır. Ara sıra ufak tefek çatışmalar olsa da netice de güçler ve taraflar bellidir.

Kahramanlar daha rafinedir. ağızdan ağza anlatılan öykülerin yerine, yazılı öyküler belirir. Anlatıcın keyfine bağlıdır pek çok şey hala, ama yine de model kim anlatırsa anlatsın aynıdır. Kılıkları ve kıyafetleri değişir,detaylanır sadece düşmanla savaşmak değildir artık konu. Kahramanlar artık maddi zenginlik peşinde de koşmaktadır. Kendi halinde sokak çocukları bir bakarsınız ki bir gün kral olur.

Bir dönem sonra kahramanlar bir kere daha evrim geçirir.

 Artık akıl, zekâ, diplomasi ön plandadır. Kahramanların kuvvetleri, kılıç kullanma teknikleri yerini çözüm bulma yeteneklerine ve sonuca gitme becerilerine hatta kurdukları kumpasın kalitesine  bırakmıştır.

Kahramanların öyküleri artık kalın ciltler doldurmaktadır ve detaylar daha rol model odaklıdır. Kahramanların içinden çıktıkları toplumda değişmiştir. Bağıran çağıran kelle alan kafasına göre takılan kuvvetli lider yerini akıllı, becerikli öndere bırakmıştır. Kahramanlar ve anti kahramanlar neredeyse eşit ağırlıkdadır.

Bu seviyeye gelmiş toplumlarda sanat ve bilim dalında ilerlemeler yaşanır ve her türlü problem akılla çözülür.

Bütün bu farklı dönemlere ait kahramanlık öyküleri, o kültürün çocuklarına birer kılavuz kitap oluşturmaları dışında ait oldukları toplumun gelişmişliklerini de sergiler. 
Thor'un çekicini indirdiği topraklarda Andersen'in masallarını, Ejdarha Dövmeli kız ciltleri izlemiştir. 
Mulan'ın at koşturduğu topraklarda Sholin rahiplerinin öyküleri ve ardından muhteşem çin Edebiyatı doğmuştur. 
Robin Hood ile başlayan değişim iki şehrin hikayesinde zirveye ulaşmıştır.
 Dünya edebiyetının en çekici örnekleri muhtelif toplumların en zorlu dönemlerinde, çok daha eski zamanlardan kalan basit halk öykülerinin evrimleşmesi ile ortaya çıkmıştır. Felsefefi düşünceler, büyük değişimler önce gelişlerini; anlatılan, yazılan öykülerdeki kahramanların değişimleri ile  daha sonra Dünya edebiyatına kazandırılan bir çok toplumun ortak değerlerini, değişen yüzlerini sergileyen birer yaşam kılavuzu görevi üstlenen eserlerle vermişlerdir.
Ne yazık ki bazı toplumlar ,göçebelikten ve yerleştikleri toprakların kültürleri ile kaynaşma adetlerinden vazgeçemedikleriden , kendi kültürleri yokdur.Alışkanlıkları vardır. Matbaayı 200 küsur sene geriden takip ederler, yazıyı 2700 yıl sonradan kullanmaya başlarlar, kahramanları at üstünde bozkırlarda kalmıştır ve sayıları eser mikdardadır.
O yüzden nadir lider ve önder yetişirirler,o yüzden yalnız,kırgın ve ümitlerini kolayca yitirmeye meyillidirler.
05.11.2010
 
 

3 Kasım 2010 Çarşamba

Saatin sesi geliyor mu?

Başı sonu belli aradaki detaylar ile ilgili rivayet muhtelif olan hayat koşusunda,  insan, "Hayat"  denen karmaşayı, hep büyük bir merak arzusu ile izler, anlamaya çalışır ve kendi yorumunu katmaktan geri durmaz her fırsatta.
Kararlar alır, kararlar verir, kararlar uygular, kararlardan vaz geçer değişimin ta kendisidir her ne kadar farkında olmasa da. İki dakika erken çıkmaya karar verdiği için hayatının kadını ile karşılaşabilir ya da kırmızı ışıkta durmamaya karar veren bir başka insanın kurbanı oluverir.
Hani bazen kulaklarımızda nabzımızı duyarız ya bir sebepten, içimizdeki saati kavramaya en yaklaştığımız anları işaret eder  o kararlı ve tempolu ses.
 Saatimiz yalnız kendi bildiği bir sebeple tam bir aldırmazlık içinde kararlı bir şekilde çalışmaktadır kendine yerinde.
 Bir fabrika ömrü vardır.Birde bizim yaptığımız tercihlerle belirlenen kullanıcı ömrü. Kullanıcı hatası nedeni ile hiç bir zaman garantiye girmez. Genel olarak fabrika ömrünün yarısına bile ulaşması çok nadir kabul edilir tıp dünyasında. Ancak bir ömrü kesinlikle vardır ve bu değişmez bir kuraldır.
İnsanoğlu diğer pek çok canlıya göre fiziken daha kırılgandır. Buna rağmen kendisini diğer canlılardan ayıran bir çok özelliğinden biri de kavrama ve anlama kabiliyetidir. Bu özelliği ile bir cam ustasının yarattığı esere benzer. Hem çok kırılgandır hem de çok muhteşemdir.
İçindeki saatin sesini bir tek kendi duysa da herkesin bir saati olduğunu ve günün birinde bu saatin duracağını bilir. Saatin tik  tak ları hafiflemeye başladıkça  gençken ve hatta sağlıklıyken yapamadıklarını bir heves gerçekleştirmeye çalışır.
Ancak zamanın defteri kesin ve geri dönülmez bir şekilde yazılmaktadır. Keşkeler ile iyikiler arasındaki gidiş gelişlerin çetelesi vardır o sayfaların üzerinde.
Hayatın gerçek anlamını kavradığımızda, o anılarımızın bulunduğu sayfaları tek tek çevirerek, sayfa diplerine birer not düşeriz. Bir damla gözyaşı veya başkalarına anlamsız gelen bir küçük kelime yıllar sonra her şeye birden yepyeni anlamlar kazandırır.
Söz söylenmiştir, olan olmuştur, üzüntüler ve sevinçler hep bir şekilde bir karara bağlanmıştır. Hayatın içindeki saat tik taklarına devam etmekte ve görünmeyen bir el hemen şimdi bu an aklınızdan geçenleri de dâhil olmak üzere her şeyi ama her şeyi kaydetmektedir.
Kimimiz o defterin sayfalarına bakmak istediğimizde gördüklerimizden dehşete kapıldığımızdan kendimizi bu defterin bir yerlerde hala doldurulduğunu unutturacak ve geçmişin sayfalarında yazanların yalan yanlış olduğunu inandıracak yollar seçeriz. Belki de değil muhakkak haklıyızdır bu seçimimizde ancak o seçimi yaptığımız andan sonra ve devamında izlediğimiz çizgide her anımız o deftere yazılmaya devam etmektedir. İşte o gerçeği ne yaparsak yapalım değiştiremeyiz, ne alınan depresyon ilaçları ne de damarlarda dolaşan alkol ve hatta her şeyden uzak münzevi ve çileli bir hayat bile bunu değiştiremez.
Kimimiz de büyük bir şevkle bu defterin sayfalarını karıştırır, notlar alır, bazı şeylerin neden ve sonuçlarını daha iyi anlamayı ümit ederiz. Değiştiremesek de yazılanları hatırlamaktan ve anlamaktan doğan acı, hüzün, keder, sevinç ve diğer bütün duyguları yaşamayı tercih ederiz.
Başkalarının hayatında küçük farklılıklar yaratma çabalarımız hem bir anlam hem de etkinlik kazanır bu cesaretimiz nedeni ile.
İnsan olmanın bir gereği olarak hep son anda aklımıza gelse de hayat defterine bir güzel not düşebilme fırsatımız her zaman ve her an karşımıza çıkabilmektedir. Bu fırsatı anlamak, yakalamak  ve değerlendirmek için,  hayat defterinin sayfalarını karıştırmayı, keşkeler ile iyikiler arasındaki garip çelişkiyi anlamayı tercih etmek lazımdır her zaman.
Tıpkı nedenini kavrayamadığımız  içimizdeki saatin çalışmaya  devam etmesi gibi, keşkeler,ile  iyikiler arasındaki dengeyi iyikiler lehine  çevirme fırsatları da harcanmayacak kadar kıymetlidir ve sanılanın aksine çok daha fazla sayıda çıkmaktadır insanoğlunun karşısına…….
11.04.2010

2 Kasım 2010 Salı

Koloninin öyküsü

Yüksek tepenin hemen eteklerinde, denizin toprak ile buluştuğu yerin az ötesinde kurulu yüksek duvarlar ile çevrili kolonilerin izlerini bütün Akdenizde sürmek mümkündür. Duruma göre en fazla 10 beş kilometre içinde denizde kıyıya yakın kalmak şartıyla herhangi bir yöne giderseniz mutlaka bir sonraki koloni şehrinin kalıntılarına rastlarsınız.

Denizi;altı düz gemilerin yanaşması için doğal bir liman özelliği taşıyan  uygun bir zemine ve nispeten açık denize göre sakinliğe sahiptir. Derinlerden gelen sıcak su kaynağı denizin soğukluğunu düşürür ve iklimi yumuşatır. Sıcak ve soğuk akıntılar birbiri içine girmişken, tatlı su kaynağı da hemen neredeyse elinin altındadır koloni sakinlerinin.

Binalar taştan sağlam  en fazla iki katlıdır. Suyolları ile taze su şehrin her yerine ulaştırılır. en yakın koloni genellikle bir gün mesafededir. Diğer koloni mensuplarının  yaptığı ziyaretlerde kullanılmak  için bir tapınak birde asıl koloni  sakinleri için yapılmış daha görkemli ve genellikle dairesel bir görünüşe sahiptir. Alışveriş merkezi yüksek tepenin eteklerinde ve bütün yollardan kapıların görülebildiği merkezi bir konumdadır.

Bazı şanslı kolonilerin gemilerin emniyetle sığınmasını sağlayan deniz içinde mağaraları ya da kara içine kadar giren suyolları vardır. Gemiler her an harekete geçmeye hazır buralarda saklanır.

Bölgenin volkanik yapısına ve birbiri üzerindeki toprak katmanlarının sıkıntılı stres atma girişimlerinden doğan depremler arada sırada yıkar geçer siteleri, her keresinde yeniden kurulur bu siteler. Yer altında yaşayan tanırrılar adına yepyeni mabetler inşa edilir ve sonra yer altındaki tanrılar unutulmaya yüz tutunca bir kere daha aynı kabus görülür.

Yönetimleri merkezi kent devletlere benzer, senatoları, danışma kuruları hatta bazılarında gladyatörlerin dövüştüğü arenaları bile vardır. Kendi paralarını basarlar, kendi gemilerini yaparlar, kıvırcık saçlı kumral, bazıları renkli gözlü, atletik, sıhhatli bir yapıları vardır. Hekime işleri az düşer, az hastalanır çabuk ölürler.

Bu üç tarafı denizlerle çevrili sırtını aşılmaz dağlara dayamış minik cumhuriyetler denizden gelen akıncılar tarafından değil de, dağları aşıp gelen kara derili, kara gözlü, çatık kaşlı gür sakallı insanlara yenildiler. Çünkü kendileri denizci olduğundan aşılmaz zannettikleri dağlara sırtlarını dayayıp kendilerini emniyette sanmışlardır.

Hayatlarında denize açılmış insanlardı istilacılar ve hastalıktan hatta çekik gözlü sarı ırkın intikamından kaçıyorlardı. Çeviktiler, korkusuzdular ve sayıca çoktular.

Evlendiler yenilgiye uğrattıkları koloni sakinleri ile soylar karıştı, birer ikişer terk edip kolonileri içlere çekildiler. Balıkçılık değil keçi beslemek ilgilerini çekti, ticarete zaten kafaları basmazdı.

 Koloni sakinlerinin intikamı ağır oldu, bu yeni nesil burunlarının dibindeki denizden faydalanamadılar hiçbir zaman, ithal denizciler ile bir ara hüküm sürdüler denizlerde ve sonra çekildiler sessizce denizlerden bir daha isimleri duyulmadı.

Koloni sakini dedelerinden yıkılanı yeniden yapmayı, tepeleri aşıp gelen dedelerinden inatçı olmayı ve hayata tutunmayı öğrendiler. Ancak göçebelikten kurtulamadıkları için her daim günü birlik yaşadılar. Yaşadıkları topraklarda kendilerine ait bir iz bırakmayı başaramadılar. Herkese tanıdık gelirlerdi lakin herkesden farklı, bir başlarına, duygusal ve kendi kendilerini yiyip bitirmekte ustaydılar.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Biz Tanrıcılık oynarken,

Tanrılar ve insanlar

Hayatımızın bir döneminde mutlaka diğerlerinin kaderini elimizde tutmuşuzdur. Ne yazık ki  bunun farkında olmama ihtimaliniz ve hatta bırakın farkında olmayı neden işlerin dilediği gibi gitmediği konusundaki genel kabul görmüş mazeretler arasından bir seçim yapmakla meşgul olmanız çok yüksek bir ihtimaldir.

 En basitinden kafamız hafif dumanlıyken direksiyonun başına geçmişizdir taksi çağırmak varken.
Ailemize, yakınlarımıza beyaz yalanlar söylemişizdir. Öğretmenimizi kandırmaya çalışıp hatta kopya çekmişizdir.
Faul olduğu halde faul olmadığını iddia etmiş, ofsaytta neden düşmediğimiz kendimize göre açıklamışızdır.
 Ufak ufak başlayan beyaz hatta bembeyaz yalanlar gittikçe kirlenmeye başlamış, yalanın dozunu sessizce arttırmışızdır.
 Kendi kafamıza göre bir senaryo yaratıp o senaryoya hem inanıp hem de çevremizdekilerin inanmasını beklemişizdir.

Geçmişteki olaylarda, alınan kararlarda hep başkası suçludur, elde olmayan sebeplerle o kararlar alınmıştır. Şartlar öyle gelişmiştir. Bizimle ilgili en küçük bir kuşku yoktur. Bütün gücümüzle iyi ve doğrunun yanında yer almış muhteşem bir kahramanın çaresizliğidir başımıza gelenlerin izahı.

 Hatta yalanın en alçağını bile bazen kullanırız sessiz bir işbirliği içinde "emrettiler yaptım” demek insan vicdanının sustuğu hatta derin bir sessizliği dönüştüğü nazik kırılgan bir durumdur ve en sağlam açıklaması" emrettiler yaptımdır".

Hatalı arkadaşlıklar kurar, olmadık evliliklere bel bağlarız. Uygun olmayan kız hep bir başkasının karısıdır. Bizim evliliğimiz ruh ikizlerin buluşmasıdır. Sevgi ve aşk ile doldur. Yan komşudur çarklar birbirine uymadığı için gıcırdayan bizde bir şey yoktur aslında ve elimizden gelen tüm gayretimizle hiç ödün vermeden evliliğimize sahip çıkıyoruzdur.

İş yerinde işten çıkarma kararları hep başkaları tarafından alınmıştır. Kimse bize gelip personel sayısı şuna düşecek adamlarını seç dememiştir.

 İşten atıldığımızda, o güne kadar hep elimizden gelenin en iyisini yapmışızdır. Patronlar bizleri anlamamıştır.

Velhasıl kelam, hayatımızın her aşamasında öyle yapmakla böyle yapmak arasında gidip gelirken sorumluluğu başkalarına atmaktan çekinmeyiz. Her taşın altında komplo ve bizi çekemeyenler vardır ve çevremiz hep işlerimize hayatımıza nazar koyanlarla doludur.

Nazar için kurşun döktürür, kurban keser ama bu plan işe yaramıyorsa alternatif nedir diye düşünmeyiz hiç bir zaman ve kozmik enerjiler ile yıldızların durmudur başımıza gelenlerin sorumlusu.
Tanrılar ile insanlar arasındaki fark Tanrıların ders almayı bilmesidir geçmişte yapılan hatalardan. İnsanlar ise asla hatalarından ders almazlar ve bu yüzden ölümlüdürler aslında

31 Ekim 2010 Pazar

Güzel yazı dersi

Biz  ilkokul üçüncü sınıftayken, ilk defa güzel yazı dersi ile tanıştık, temiz beyaz bir kağıt, kağıda düzenli yazı yazmak için hazırlanmış koyu çizgilerin dikkatle belirlendiği bir alt kağıt, yazı mürekkebi ve ucu kesik kalemden oluşurdu ders aletleri. Haftada bir saatti ve hiçte heyecanla beklemezdik çünkü beyaz çizgisiz kağıtta yapılan hatalar daha çok belli olurdu  ve mutlaka hata yapardık.

Normal zamanlarda ders esnasında kullandığımız kalemleri kalemtıraşla açardık. Çok güzel kokusu olurdu taze açılmış kalemin. Kalemlerin özle kalem kutusu olurdu ve dikkatle taşınırdı çünkü yere düşürülen kalemin içi kırıldığından, kalemtıraşla açmaya çalışırken, sivri uçlu kırık parçalar Kalemtıraşın içine sıkışırdı.

 Yeni bir başlangıç bir nevi şevk kaynağı idi yeni açılmış uçla yeniden yazmaya başlamak.

Kırmızı kalem ve cetvelle sayfanın kenarına çizgi çizer, saç örgüsü motifi ve renkli kalemlerle süslerdik defterlerimizi.

Güzel yazı dersinde o mürekkep mutlaka damlardı temiz kâğıdın üstüne, diğer derslerde de elimizin kenarına kurşun kalem tozu bulaşır ve bütün sayfa gri gölgeli hale gelirdi. Defterin sayfalarını yırtmamıza izin verilmezdi, kirli sayfalarda ki harfleri biraz büyütür kelimeler arasını biraz açarak bir an önce yeni sayfaya geçmek için aklımızca numara yapardık.

Silgilerimiz devlet malzeme ofisinindi, beyaz renkli olanlar kıymetliydi, ortasındaki delikten ip geçirip boynumuza asardık, yurt dışında akrabası olanların kokulu silgileri ve renkli kalemleri olurdu. Kalemtıraşlar plastiktendi ve kısa zamanda körelir yada kırılıp işe yaramaz hale gelirdi.

Tüm bu şartlar altında, bilgisayar ekranının sayfasında tekrar tekrar düzelt tuşuna basma seçeneğimiz olmadan yâda yazdığımız yazıyı kimseler görmeden imha etme şansımız yokken, yine de  kâğıdımızın kenarını çizmeye devam ettik ve yaz aylarının sıcağında terleyen ellerimizin kâğıdımız üstünde bıraktığı  garip izleri  kabullenmeyi öğrendik.

Hayatın ta kendisi idi o defter sayfası ve her seferinde yeniden yazmak yerine, elimizdekinin kıymetini bilmeyi ve elimizdeki ile yetinmeyi öğrendik. Tüm kiri ile pisliği ile eksikliği ve çirkinliği ile hayatı kabullenmeyi öğrendik o sıralarda. 

Resim öğretmenimiz, resmin mutlaka kenar çizgilerinin olması gerektiğini ve kafamıza göre resim çizemeyeceğimizi öğretti bizlere, müdür muavini isimli o zat elindeki cetvelle arkadaşlarımızın ellerine vururken sıramız gelsin diye beklemeyi öğrendik. Sınıfta konuşulmaz, fikir beyan edilmez ve öğretmeni zor durumda bırakacak sorular sorulmazdı. Bizler halimize şükretmeyi, elimizdekinin kıymetini bilmeyi biraz da o cetvel vuruşlarının hatırına bir güzel öğrendik.

Öyle ya bizden daha şansızlar vardı iansımızı zorlamak, bilinenin dılına çıkmak imkansızdı. Zigana Kop Gülek,Torosları aşan geçitlerdi. O geçitlerin bir başkası var mı asla araştırmadık.

Sormayan, araştırmayan ve kendi kaderini kendi ellerinde tutmayı bilmeyen nesiller olarak, bu günkü Türkiye’nin altına imzamızı attık.
01.11.2010

29 Ekim 2010 Cuma

Bulutların üstünde

Her gün ömrünüzü tükettiğiniz, bitmek tükenmek bilmeyen dakikalarınızı trafikte harcadığımız, her an ezilme tehlikesi ile yaşadığınız, zehirli kirli havasını soluduğunuz şehrin yukarıdan hani derler ya kuş bakışı neye benzediğini biliyor musunuz? Hiç merak ettiniz mi?

Aşağı yukarı bu  resme benziyor.

Peki oradan oraya yetişmek için çaba gösterirken, hayatınızın akıp giden dakikaları içinden hangisinin önemli olduğunu biliyor musunuz?

Geciktiğimiz toplantılar, geç kaldığımız buluşmalar, bir türlü yetişmeyen işler ve alışveriş merkezlerinde harcanan hayatlar. Çocuklarımız hızla serpilip büyürken, bizim kontrolümüz dışında yepyeni bir dünyaya adım atmaya hazırlanırken ömür dediğimiz defterin sayfaları hızla tükeniyor.

Ne Galatasaray ne Fenerbahçe çekişmesi ne her taşın altında aradığımız komplo teorileri, ne de artık sıradan gelen sıkıntılı iç karartıcı haber bombardımanı içinde bulunduğumuz ve tükettiğimiz zamanımızın "gerçek " değeri değildir.

Üniversite yıllarında bitmek tükenmek bilmeyen otobüs yolculuklarında neredeyse her kapta şoförü, her aracı ezbere tanır hale gelmiştim. Ne marka sigara içer, nerede hızlanır, hangi şarkıları dinler hepsini biliyordum. O yolun her bir kilometresini günün her farklı saatinde rahat koltuğumda otururken kat etmiştim.

İşten eve gelir gibi rahat ve emin hissediyordum kendimi. Her şey yolundaydı ve katlanılması gereken basit bir sıkıntıydı benim için oysa ömrüm geçiyordu.

Sonra bir gün aynı yolun çok emin olduğum defalarca kat ettiğim kısmını uçağın penceresinden görme şansım oldu. O bitmek bilmeyen yol ne kadar dar ne kadar ince ve kırılgandı.

Bulunduğumuz yükseklikten yolun üzerinde her iki yöne devam eden araçlar görülmüyorlardı ama onlar oradaydılar.

Yolun sağında solunda her yeri önce düzenli sürülmüş tarlalar ile sonra bomboş belki hiçbir insanın yaşamadığı topraklarla doluydu. Bizim tüm kaygılarımızın, endişelerimizin aslında ne kadar manasız olduğunu öğrendim o yolculukta.

Kendi yolumuzda insanüstü bir gayretle ilerlemeye çalışmaktan sağımızı solumuzu göremez hale geliyorduk. Hadi diyelim ki durduk şöyle bir etrafımıza baktık görebildiklerimiz görebilmemiz gerekenlerin çok küçük bir parçası idi.

Kendi küçük dünyamızda kaybolmuş küçük ruhlardık ve bunu anlamak için yükseklere çıkıp derin ve keskin bir bakışla kendimizi incelememiz gerekiyordu.

Hayat dediğimiz şey sadece televizyondaki diziler, bilgisayardaki yazılar, edilen kavgalar, tutulmayan sözler değil aksine kesinlikle çok dikkatli kullanmamız ve her anının kıymetini bilmemiz gereken çok nadir, çok kırılgan bir hediye.

Doğumuzla paket açılıyor ve ölümümüzle diğer çöplere karışıyor.

 Ne  bir eksik ne bir fazla.

Zamanı geldiğinde diğer çöpler arasında işte sonuna kadar tüketilmiş tek bir damlası bile ziyan edilmemiş muhteşem bir ömür örneği  diyebilmemiz dileği ile.

30.10.2010

28 Ekim 2010 Perşembe

Kuşakların çaresizliği

Yandaki fotoğrafta bir duvar inşa eden bir baba ve oğul var, hemen arkalarında da muhtemelen gelinleri yâda kızları bu hummalı faaliyeti izliyor. Yaşlı adam tüm dikkatini doğru taşı doğru yere yerleştirmeye vermiş, Oğlu da hem babasının ustalığını izliyor hem de her an yardım etmeye hazır. Yüzünde hafif endişeli ama anlayışlı bir ifade var. Bu resmin en güzel tarafı resimdeki tarafların yani İki farklı kuşağın tek bir amaç için çalışmayı öğrenmiş olmaları.

Bizlerin anne ve babaları, kendi kuşaklarından önceki kuşaklarla çalışmakta epey zorluk çektiler. Kendilerine yol göstermesi gereken yordam öğretmesi gereken bu kuşak kendilerinden daha donanımlı ama tecrübesiz olan anne babalarımızla bilgi paylaşmayı ve onlara liderlik etmeyi başaramadı. Çünkü onlar tehlikeli ve çalkantılı bir dönemden hemen sonra üzerlerine sorumluluk almışlardı. Yüzyıllardır kurulu olan ve bir şekilde işleyen düzen bozulmuştu. Ekonomik sıkıntılar ve kısıtlı imkânlar ile ya yeterli eğitimi alamamışlardı yâda hali vakti yerinde olanlar başka ülkelerde okudukları için başka kültürlerin insanları olmuşlardı.Hayatlarını idame ettirebilmek için bilgi gerekliydi,paylaşılmazdı ve kıymetliydi.

Anne ve babalarımız önlerinde kendilerine liderlik edecek, yön verecek yol gösterecek birilerinin çabaları olmadan kendi yollarını çizdiler. Kendi yaşıtları ile aralarında güzel arkadaşlık ilişkileri ve komşuluk denen sessiz dayanışma yolları vardı. Eksikliklerini, birbirlerine destek olarak kapadılar. Değişen dünyaya bir şekilde ayak uydurdular, eğitim çıtasını bir kademe yükselttiler ve hayata tırnakları ile tutundular.

Bizler ise tam ara kuşağız, bizim zamanımızda, televizyon yoktu, radyo yaygındı, sabahları okul radyosu dinlerdik okula gitmeden önce ve havuz problemleri kâbuslarımızdı. Anne ve babalarımız, kendileri görmediği için bizlere işleri devretmekte hazırlıksız yakalandılar ve bizlerde teknolojik devrime hazırlıksız yakalandık. Köşe dönmek, bir an önce bir şeyler olmak esas amacımız oldu arkadaşlık, komşuluk, hoşsohbetler yerini yüzeysel ilişkilere bıraktı. Annelerimiz babalarımız haklıydılar önlerinde öğretmen yoktu ama bizler biraz Dallas dizisine özendiğimizden biraz teknolojik devrimin paniğinden tek başımıza hayata karşı durmaya çalıştık. Anne babalarımızın teknolojik devrime ayak uydurmak için gösterdikleri çabayı, onların bizlere mirası olan komşuluk ve arkadaşlık gibi değerleri korumak için kullanmadık.
Bizden sonraki nesiller, elektronik dünyanın büyülü dünyasında, kendilerine hazırladıkları sahte kimliklerle yaşamayı çabuk öğrendiler. Kılıktan kılığa kimlikten kimliğe giriveriyorlar ve bizim bilinçli yalnızlık tercihimize karşı onlar tümden yalnız. Kendi dünyalarında PSP, Wİİ, Feysbok,twiter, yeni Nokia……, hepsinden ve her şeyden önemli. Gelecekten bir beklentileri yok empati, sempati gibi kavramlar onlara yabancı.
Bizler ise onlara liderlik edemiyoruz, yol gösteremiyoruz, yordam öğretemiyoruz, Dillerini bile anladığımız şüpheli. Bilgi için bize ihtiyaçları yok, arkadaşa, yoldaşa değer vermiyorlar, bizlere ait olan her değeri fütursuzca tüketiyorlar.
Bu gün 29 Ekim Cumhuriyet bayramı, Üçüncü kuşak olarak ortalıkta yalnız şaşkın ve hayretler içinde değişen kendi küçük dünyamızın değerlerine sahip çıkmaya çalışıyoruz.Kimimiz gittikçe daha tutucu daha baskıcı bir hale dönüşerek korkularını gizlemeye çalışırken, kimimizde, bıkkın, yorgun ve karalar bağlamış halde sandığın dibinde kalan ümit ışığını bulmaya çalışıyoruz.
 Geleceğimiz mi? Onlar feysbok da yazışıp, twitterda gelen adreste  buluşup,PSP oyun hilelerini paylaşmaktalar .
29.10.2010

27 Ekim 2010 Çarşamba

Boğa koşusu veya liderlik üzerine

Boğanın korku içinde koşturduğu, bir çıkış yolu aradığı,  insanların yoğun ilgisi nedeni ile olduğundan dar gözüken ve önünden kaçan insanlarla dolu sokakta çekilen bir fotoğraf ilgimi çekti.

Fotoğrafı çeken herhangi bir sanatsal kaygıdan çok bir anı yakalamak çabası içinde olduğu için resmin estetik açıdan bir değeri yok. Öylesine çekilmiş bir resim.
Ancak bu karenin içinde hayatın ta kendisi tamamı ile rastlantı eseri olarak gizlenmiş.
Boğanın arkasında kalanlar için bir tehlike yok boğada onlarla ilgilenmiyor zaten, tehlike geçmiş, boğa can hali ile koştuğu için zaten yönünü değiştirmez artık ama onlar bir heyecan koşmaya devam ediyorlar. Buna benzer davranışları hayatın içinde de çok net saptayabiliriz eğer dikkatle bakarsak. Olan olmuştur,değiştirmek mümkün değildir ama hala olayın peşinden koşmaya devam ederiz. Bu üzücü bir olaysa gözyaşlarımız sel gibi içimize akmaya devam eder, hüzünlü ve boğanın peşinde koşmaktan çevresi ile ilgilenemeyen bir insan haline geliriz.
Boğanın çarptığı ya da ayağı kaydığı için düşmüş olan birisi var karede, gerçek hayata uygun olarak kimse onunla ilgilenmiyor. Geride kalanlarda dâhil herkes görmeden varlığına bir önem vermeden yanından geçip gidiyor. Her insanın zaman zaman tökezlediği anlar vardır ve diğerleri eğer gerçekten sizi önemseyen insanlar değilse yanınızdan şöyle bir bakıp geçerler. Düşenlere ise bir gün kendi başlarına da gelebileceği korkusu ile hiç dikkat edilmez, görmemezlikten gelinir.

Vakıf ” Vakfetmek” kavramını dünyaya hediye eden toplumumuzda bugün bu tip insanlara yardım eli uzatanlara, başka işte tutunamadığı için buralarda vakit geçiren zengin veletler muamelesi yapılmaktadır. Kuşkusuz bunda bazı sefil insanların yaptığı yardıma muhtaç rolü ile bu konularda gayret göstermek isteyenlerin heveslerini kırmaları da  yardımcı olmuştur ama neticede insanlığın geneli yere düşene karşı duyarsızdır.
 Boğanın hemen yanında koşanlar aralarında ki mesafeyi korumaya ve her an yön değiştirmeye hazırdırlar, aslında boğanın önüne geçmek gibi bir niyetleri de yoktur.  Onlar hayata karşı emniyetli durmayı seven riskten kaçınan ama etrafındakilere hava atmayı sevenler gurubundadır.
Birde Boğanın önünde can hali ile koşanlar gurubu var.  Bunları ikiye ayırmak gerekir gibi geliyor bana, temelde hepsi cesaretli hayat denen karmaşanın içine dalmaktan korkmayanlar buralarda yer tutmuşlar.  Bir kısmı boğanın önünde gücü yettiği kadar koşmaya istekli, akşam bir bardak şarap eşliğinde mücadelesini anlatacak herkese, bir kısmı da hemen Boğanın yolundan çekilmeye hevesli olarak  uygun bir pozisyonda koşuyorlar.
Liderler Boğanın önünde koşan gurubun içinden çıkarlar, hepsi boğanın önünde koşmaktadır ama hemen bırakıvermeye hazır olanları diğerlerinden ayırmak gerekir. Bir bakarsınız yalnız başınıza kalmışınızdır Boğanın önünde.
Daha da önemlisi,  Boğanın renk körü olduğunu bileni kendinize lider seçmeniz lazım, Boğa için kırmızı ya da başka bir renk fark etmez. Ancak beyaz grinin tonlarından oluşan bir dünyada fark edilmesi en zor olan renktir. Boğanın kendisi hazır olmadan, fark etmemesi için uygun renkle giyinmiş, Boğa ile uygun mesafede duran, her an kaçma ihtimali varmış havasında olmayan ve Boğadan çok önüne bakan liderleri tanımak için gereken önemli ipuçlarıdır.
Liderler sadece yolu gösterirler, gerisi onları örnek alan insanlara kalmışdır.
Hayatımız da kaç kere kendimize örnek aldığımız insanları doğru seçebildik. Kaç tanesi hayatın ve Boğa koşusunun gerçek anlamının boğayı boynuzlarından yakalamak olduğunu biliyordu?
28.10.2010 


26 Ekim 2010 Salı

İhtimal ki bir gün mutlaka

Bir çift zarın ( altı ve altı )gelme ihtimali nedir sorusu ile karşılaşan bir çok kişi hemen kafasından hesaplama yapmaya başlayacaktır. Düz mantık gidersek birinci zarın bir olduğunun kabul ettiğimizde  sırası ile bir artı bir, bir artı iki........ şeklinde giden ihtimaller zinciri içinde duruma , zamana ve kişinin performansına göre bir çok farklı versiyon üretmek mümkündür.

Aynı soruyu 49 sıralı rakam arasında 6 tane rastgele rakamı bilebilmek olarak değiştirdiğinizde de yine ihtimaller hesabı zihninizi dolduracaktır. Çok büyük bir olasılıkla ortay çıkan rakam milyonda birden küçüktür.

Neticede ister bir çift zarla altı ve altı kombinasyonunu  bulmak hedeflensin ister 49 sıralı rakam içinde rastgele belirlenmiş altı tanesini ikinci defa yakalama şansı  aranıyor olsun ihtimallerin versiyonları insanı ümitsizliğe düşürecek kadar çoktur. Onun için insan zekasının o muhteşem dinamiği içinde çeşitli şans ve şansızlık senaryoları üretiriz. Bizlere şans getirdiğine inandığımız fetişlerimiz ve daha önemlisi şansızlık getirdiğine inandığımız kâbuslarımız vardır. Kâbuslarımızın sayısı fetişlerimizden fazladır daima ve her seferinde yeni fetişlerimize eşlik eden kâbuslarla boğuşuruz uykumuzda.

Hayatın kendiside bir kumardır eninde sonunda. Milyarlarca sperm içinde ne sağlıklı olan ile yumurtanın en uygun zamanında, buluşması, hayat dediğimiz yalnızca başı ve sonu belli bu tiyatro oyununun nasıl rastlantılara kaldığına çok güzel bir örnektir. Her gün eve gitmek için kullanılan yolunan bir kararla değiştirilmesi, asansörde hayatımızın kadını ile karşılaşmamız bunların hepsi hayatımızda rastlantıların olasılıkların işgal ettiği önemli bölümü karanlıkta parlayan bir fener gibi gözler önüne serer.

Hayat sevinçle üzüntü arasında değişen duyguların kolektif toplamını ve daha fazlasıdır. Bu gün üzüldüğümüz konu ve olaylar yarın bizler için büyük ihtimalle anlamsız kalacaktır. Bunu bile bile üzülmeye ve sıkılmaya devam edeceğimiz kesin. Böylece bizlere verilen çok önemli bir hediye ellerimizin arasından akıp gidecek ve biz çok sonra farkına varacağız kaybettiklerimizin değerini.

Hayatımız bir kumar, bir olasılık hesabı olduğuna göre öncelikle düz mantıkla bakmayı öğrenmek gerekiyor hayatın kendisine, Atılan iki zarın “Altı ve Altı” kombinasyonunda gelmesi olasılığı yalnızca yüzde ellidir. Aynı şekilde sıralı 49 rakam içinden rastgele altı rakamın tekrar etme olasılığı da yüzde ellidir. Çünkü diğer bütün seçeneklerin (altı ve altı kombinasyonu dışında)  bir anlamı yoktur.  

Şimdi bir istatistikçi bulun ve ona sorun “İstediğim cevabı bulma ihtimalim yüzde elli  ise bu işe gireyim mi? Hemen yüzü aydınlanıp hararetle tavsiye edecektir. Hayat denen rastlantılar yumağında yüzde elli çok önemli bir rakamdır ve hayat her şeye rağmen yaşamaya değer.

27.10.2010