30 Kasım 2010 Salı

Üçden fazlasına dair.

Üç’ten fazlası,
Neden sahip olduklarımızı sınıflandırırken onlu bir sistem kullanırız sorusunun cevabı pek çok şekilde verilebilir. İlk akla gelen cevap çünkü ellerimizde beşerden on parmak vardır.
Hakikaten on parmağımızla pek çok şeyi sınıflandırabiliriz. Ancak Matematikte ve hayatın anlam kazanmasında yardımcı olan zamanın hesaplanmasında ise genel hatları ile  altmışlı sınıflandırma kullanılmaktadır.
Beş, on, on iki ya da altmışlı sınıflandırma sisteminin neden seçildiği sorusunun teknik bir cevabı varsa da sıradan bir insan bu konuların üzerinde durmaya bile gerek duymadan, sadece kendisine öğretildiği gibi sınıflandırmalar, gruplandırmalar yapmaya devam edecektir hayatı boyunca.
Kültürel gelişmişlik arttıkça zaten kendiliğinde beşin, onun, on ikinin, altmışın, yüzün, binin katları yetmez olacak ve neticede milyonlara dayalı sınıflandırma kullanmaya başlayacaktır.
 Alışveriş yerlerinde milyonuncu müşteri, üretilen milyonuncu buzdolabı, mahallemizin ilk milyoneri hayallerimizin ulaşabileceği noktaların sınırlarını hayatımız boyunca büyük bir kesinlikle çizecektir.
Oysa beşten ona, ondan, on ikiye, on ikiden altmışa geçtiğimizde beşler, onlar ve on ikiler anlamını yitirecek sadece tamamlanması gereken skorlar haline gelecektir. Daha dün beş parmağımızla koca bir evreni anlamaya çalışırken bugün her an milyonların bile yetmediğini anlama tehlikesi içinde yaşamımızı ve yaşamımızdaki bizce önemli şeyleri anlamaya çalışıyor olacağız.
  Bu gün medeniyetlerinin yani kendilerini ifade etme ve izlerini gelecek kuşaklara bırakma arzusunun Yirmi bin yıldır var olduğunu öğrendiğim bir topluluğun yirmi bin yıldır değişmeyen dilleri ile tanışma fırsatım oldu.
 İnsanın yaşayamayacağını kolaylıkla kabul edebileceğiniz şartlarda yaşamlarını sürdüren bu insanların konuştukları, deneyimlerini aktardıkları duygularını ifade ettikleri dilleri halen yaşayan en eski dillerden birisi.
Bu insanların matematikleri sadece dört tanım üzerine kurulu, benin karşılığı bir, senin karşılığı iki, onun karşılığı üç ve sonra her şey demek olan dört geliyor. Ben sen o ve diğer her şey. Hanları hamamları istifleyecek altınları olmadığı için hayatlarında sadece bu dört tanım var. Ben, sen, o ve diğer her şey, bütün bir evreni anlamak, hayatın manasını keşfet ve insan olarak yaşamak için gereken her şey bu dört tanımda gizli. Ne bir eksik ne bir fazla. Sadece, olan, süre giden durumun bilgece bir analizinin bir hayat biçimi halinde ifadesi.
Dört kavramla onların başaramadığı şeyi anlamamız için kaç Gigabyte gerekecek acaba? aç milyonliralık arabaya binince, bankada kaç milyonlarımız olunca, kaç milyonlirayı bir kerede harcayınca ve daha kaç milyon nefes alınca anlayabileceğiz ve kendimize yeni bir yaşam biçimi yaratabaileceğiz? 
"Her şey süresince elde edilmiş bilgeliğin benim, senin ve onun için anlamı diğer her şeyde"
Adelaide 2010

14 Kasım 2010 Pazar

Zebranın ölümü

Kurak dönemden önce, son yağmurların beklentisi içinde ki Zebra sürüsü, uzun zamandan beri etrafında dolaştıkları su birikintisinin kıyılarında her zamanki yerlerini almışlardı. Gittikçe küçülen su birikintisi çevrede kendisi kadar büyük olmayan diğer su birikintilerin kurumaya yüz tutması nedeni ile her gün daha çok hayvan için yaşam merkezi haline geliyordu.
Kalabalık Zebra sürüsündeki Zebralar gittikçe daha küçük bir su birikintisini paylaşmak zorunda oldukları için sinirli ve saldırgan bir havaya bürünmüşlerdi. Zaman zaman küçük diş atmalar şeklinde başlayan sataşmaların zamanı geldiğinde can yakacağı belliydi.
Nitekim beklenenin olması için çok zaman geçmesi gerekmedi. Zaten sıkışık durumda olmaktan rahatsız olan  zebralardan biri aniden çifteler atmaya başladı. Huysuzlanan  Zebra neden çifte attığını biliyordu ama nereye attığını bilmiyordu.

Sadece öylesine umarsızca, dikkat etmeden, bir şey olur mu kaygısı duymadan çiftelemeye devam etti.

Çiftelerinden birisi o kalabalığın içinde sinirli Zebranın  hemen arkasındaki hayvanın başına geldi, darbeyi hiç beklemeyen ve sersemleyen Zebra zamanında kaçamadı  arda arda gelen darbelerle hemen oracıkta can verdi.
Diğer Zebralar bu" gereksiz "ölümle "gereğinden" fazla ilgilenmediler ve suyla işleri bitince durup dururken aldığı darbelerle ölen hayvanın cesedini leş yiyicilere bırakarak güneş doğunca tekrar gelmek üzere uzaklaştılar su kaynağından.
Bu görüntüleri çeken ve anlamsız şiddetin yıkıcılığını evlerimizdeki aptal kutusunun ekranına getiren kameraman “durumu fark ettiğimde çok geçti ve müdahale etmek yerine kendimi duygularımdan arındırıp görüntüyü çekmeye devam ettim "diye açıkladı içinde bulunduğu ruh halini.
Gittikçe zorlaşan hayat koşulları içinde hissettiğimiz ani öfke patlamaları ile darbeler indirdiğimiz, kalbini kırdığımız insanlar geldi gözümün önüne. Başkaları için sebepsizmiş gibi gözüken davranışlarımızın arka planında yatan çaresizliğimize karşı duyduğumuz öfkenin yansıması olan bu tür olaylar modern Dünya’nın günlük düzeni içinde her an karşımıza çıkabilmektedir.

 Darbeyi indiren darbenin öldürücülüğü konusunda bir fikre sahip değildir, darbeyi yiyen neden bu darbeyi hak ettiğini bilememektedir. Dişlerimizi geçirdiğimiz,iğneli sözlerle aşağıladığımız, görmezden gelmekle tehdit ettiğimiz insanlar arasında kendimize yer kapmak için göze aldığımız sınır biraz yukarıdaki Zebra nın sorumsuzluğu ile orantılı olabilir mi?

Tinerciler tarafından öldürülen, çakmak gazı çekereken,patlamada yaralanan, 0niki yaşında iki servis arasında bir sigara içen, sebepli yada sebepsiz yere ölen, öldürülen, intahar eden, işsiz, hasta, yaşlı, bakıma muhtaç insanlara karşı, ilgimiz yada ilgisizliğimiz ertesi gün güneş doğarken su kaynağına dönmek üzere uzaklaşan Zebralardan daha mı farklı?
Neticede darbeyi yiyeni yattığı yerde bırakıp evimize giderken, birçoğumuz o kameraman gibi duygularımızı karıştırmadan izlemeyi tercih etmekteyiz ve her gün daha çok Zebra ummadığı darbelerle can verirken, bizler gönüllerimiz rahat evlerimizde oturup aptal kutusundaki evet hayır oyununu izlemekteyiz. Başkalarının hayatını dizilerden izlemekten, hayatın içindeki başkalarını umursamaz olduk.   
15.11.2010

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yerli malı

Yerli malı haftası ile tanışmam ilkokul yıllarına kadar uzanır. iki üç masa birleştirilir ve üzerine yerleştirlen kırmızı örtünün müsait olan yerlerine ama yine de kendine has bir düzen içinde ve örtünün lekelerinin görülmemesini sağlayacak şekilde fındık fıstık,incir,nohut dizilirdi. O zamanlar Türkiye cumhuriyeti tarıım alanında kendi kendine yeten dünya üzerindeki bir kaç ülkeden biriydi.

İnsan nüfusumuz kadar hayvan nüfusumuz vardı .

Köyde hasat mevsimi geldiğinde tarlalara çalışmaya giden öğrencilere izin verilirdi. Hatta Köy okulları ayrı tarihte,şehir okulları ayrı tarihte tatil olurdu.Yani tarım ve onun gerekleri henüz hayatımızın önemli bir parçasıydı.

1970 lerde, Amerikan malı süttozundan yapılan sütler, fırında pişirilmiş çeyrek ekmeklerle dağıtılmaya başlandı okullarda. Süttozunun tadı güzel miydi hatırlamıyorum ama "Süt" olmadığı kesindi. Hayatını tarıma göre ayarlamaya başarmış bir memlekette tarıma ilk önemli darbe o günlerde  indiriliyordu.

Saatli marif takviminde çok önce, tarım takvimi bilinirdi. Anneanem, bu gün fırtına var dediğinde o gün kesin fırtına olurdu, Yalancı baharlar,sert kışlar birbirini izler ama saatli marif takviminin arkasındaki notlar her zaman büyük bir kesinlikle  hangi fırtanın hangi gün olacağını bilirdi.

Sümerbankın sağlam ama kaba görünüşlü ayakkabıları, eski teknoloji ile yapılmış paha biçilmez güzellikteki kumaşları vardı.Milli piyango biletleri çekmece diplerinde saklanırdı ve üzerlerinde  mutlaka yerli malı haftasına özel desenler olurdu.

Sonra herşey birden değişti, Keçilerimiz,topraktaki bitki örtüsünü katlediyordu, ineklerimiz verimsiz ve kalitesizdi, bol gübre,kısır dönemlik tohumlardaha iyiydi. Zaten seralar her türlü tarımı daha hızlı ve daha güzel yapıyordu. Bire on veren tohumlar yerine bire bin veren kısır tohumlar her yeri sardı. Planlı tarımdan , plansız tarıma geçildi.

 Köyde yaşamak normal bir şey değildi ve artık herşey pazarlarda bulunuyordu.

Ben büyüdüm ve yerli malları kayboldu.

Bir fabrikada çalışırken açılan ihaleye katıldığımızda ille Alman malı olaması gerektiği söylenerek, teklifimiz rededildi. Alman firması bir hafta sonra bizden istedi üretimi yapmamızı.

Türkiyede Türk vatandaşları  tarafından yapılan yedek parçalar, Alman firmasının paketi ile ihale sahibi kamu kuruluşuna teslim edildi.  Nitekim altı yıl sonra o fabrikanın sahibi artık bir Alman firmasıydı. Dünyanın dört bir yanına gönderilen yüksek kaliteli ürünler, bir Alman firması tarafından Türkiyede ürettilen malzemelerdi.

Küresel pazarlara girmek, uluslararası olmak, dünyanın dört bir yanına Türkiyede üretilen ürünler göndermek çok güzel ama ben çocukluğumun, gururlu günlerini özledim. O zamanlar, köyde yaşamak, tarımla uğraşmak, hayvan yetişitirme ve hatta , yerli mallı deyince Sümerbankın akla gelmesi ayıp değildi. Elimizde onlar vardı ve biz onların kıymetini biliyorduk.

Gururumuzu, çin malları ile değiştirmeyi terch ettik, yaptığımız güzel işleri yabancı markalar ile pazarladık. Dükkanların adları bir acaip oldu.  Hepsi bir ömrün çeyreğinde gerçekleşti.

Bu gün yerli malı haftasına katılan çocuklar, kızılderililerin haftasını kutladıkları zannediyorlar.

11 Kasım 2010 Perşembe

Vasiyet

Kalbini kırdığım küçük kız,
Bakkal Mustafa amca,
Karşı köşedeki berberin çırağı,
Şu otobüsün şöförü,
Çöpü karıştıran pireli kedi,
Sarı renkli çimenler,
Boş ayran kabı,
Salonun köşesindeki aptal kutusu,
 Alacak verecek hesabımız tamam mı?

Biraderlerim,kardeşlerim,
Can dostum, tamam mıyız?
Kütüphanemde kalan kitabını almayan var mı?
Son kadeh tokuşturuldu mu?
Galatasarayın hocasını,
memleketin durumunu andık mı?

Ya sen güzel annem ,suskun babam,
tatlı kızım,canım oğlum, alacağımız vereceğimiz tamam mı?
Konuşulmayan paylaşılmayan bir şey kaldı mı?
Kızgınlığınız geçti mi?üzüntünüz bitti mi?
Halinizden memnunmusunuz?
Sevildiğinizi biliyormusunuz?

Canımın içi,yoldaşım,
aşkım, bir tanem
Yoruldum artık.
sıkıldım.
Hesap tamamsa,
bana Müsade.

Yeni bir gün doğmakta,
çekelim çizgiyi,
birde çarpı işareti.
Boş sayfayı doldurmaya
hayata çalım atmaya,
yaşamaya,paylaşmaya .
Her gece,
Hesabı tamam eyleyip,
her sabah yeniden başlamaya devam

12.11.2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

hayatımızdaki virgüller

İnsanoğlunun hayatında önemli olan anlar sıralamasını sorsalar bana ben sadece üç tane önemli an olduğunu söylerim. Bunlardan birincisi, annemizin karnında hiçbir çaba harcamadan beslenip ciğerlerimizdeki sıvı ile yaşamaktan vazgeçip, ciğerlerimize hava çektiğimiz ilk andır. İnsan ciğerleri temelde tembel organlardır. Çabuk unuturlar çalışmayı bu nedenle, ameliyatta suni solunum cihazına bağlanan hastalar, ameliyat sonrası yoğun bakım ünitelerinde bütün o ilaç yüklemesinin getirdiği geçici rahatlığa rağmen ciğerlerini yeniden nefes almayı öğretirken yaşadıkları sıkıntı bu anın öneminin daha iyi anlamalarını sağlar. Yeni doğan bebeğin ilk nefesinden sonra attığı çığlık aynı zamanda yaşam savaşında kazanılan en büyük zaferin habercisi ve muhteşem bir performansın göstergesidir.
İkinci önemli an ise, Yaşam defterine son noktanın konulduğu andır. Beyin salgılanması emrini verdiği kimyasallar ile vücudu rahatlatmaya çalışır. Genel olarak büyük bir sakinlikle karşılanan bu süreçte muhtemeldir ki yaşam defterinin sayfalarını dilediği gibi dolduran, geri dönülmez yolculuğun başladığının farkındadır.
Üçüncü önemli an ise aslında kişinin yaşam denen bu karmaşaya karşı duruşunda tercih ettiği profile göre değişen sayıda gerçekleşen karar verme anlarıdır. Birçokmuş gibi gözükmesine rağmen aslında bir anın farklı örnekleridir.
Buradaki” karar” dan kasıt yumurtayı rafadan mı, kızartmamı tercih edeyim türünden kararlar değildir. Bahse konu kararlar, başında büyük bir haykırış, sonunda bir nokta bulunan hayat yolculuğundaki virgüllerin bulunduğu yerlerdir. Her bir virgül bir dönemin tamamlandığını ancak hayatın devam ettiğini belirler.
Bir virgül, evleneceğiniz kişi için, bir virgül, bebeğiniz için, bir başka virgül başka bir şehre taşınma kararınız için koyarsınız ve hayatınıza devam edersiniz. Bazen sizinle paralel giden hayatlardan birinin sonuna bir nokta konur ve bununla ilgili virgülünüz biraz daha koyu durur kâğıdın üstünde.  Paralel hayatlardaki noktalar ve virgüller birbiri ile garip bir ilişki içinde devinimlerini sürdürürler.
Birde, öyle virgüller vardır ki, bütün hayatınızın bir anda değişmesini ve yepyeni bir başlangıcın yapılmasını ifade eder. İşte bu virgüller, benim üzerinde durduğum ve değerli bulduğum anlardır. Çok nadirdirler, çok değerlidirler, çok talepkardırlar ve çok büyük mücadelelerin habercisidirler.
Hayatın başı ve sonu belli olduğuna göre arada sergilediğimiz virgülleri boş verip büyük ve önemli virgülleri değerlendirmeyi amaç edinmek lazım. Geriye bıraktığımız anılarımız içinde çocuklarımıza kendi hayatımızı ellerimiz arasında şekillendirme cesaretine sahip olmanın ne kadar kıymetli bir miras olduğunu göstermek için tek fırsatımızı iyi değerlendirmek lazım her zaman.

Neticede mezar taşımız bunca detayı içermiyecek kadar küçüktür.Öyle olmasıda yeterlidir.Ancak bahse konu türden virgüller, gelecek kuşakların hayatlarını da etkilediğinden, kısıtlı ömrümüzün içinde torunlarımıza bir efsane bırakmak için en büyük şanslarımızdır:-)  

9 Kasım 2010 Salı

Mirasyedi,

Mirasyedi,

Yedik bitirdik seni,
Keyfe kederdi halimiz,
Bir şey bildiğimizden değil,
Şuradaki parke yolda,
Çınar ağacının dalları altında,
Soğuk bir sonbahar gününde,
Tereddüt etmedik,
Tedirgin olmadık,
Öylesine, doğal ve sakince,
Kıskançlıktan, hasetten,
Kadir kıymet bilmezlikten,
Vefayı bir semt ismi sanmaktan,
Asla  olamayacağımızı bilmekten,
ve dahi utancımızdan.
Şöyle bir bulutlara bakıp
Derin bir nefes alıp,
Yedik bitirdik seni.
Üstüne bir bardak su içtik.
Karşı kaldırımdaki çocuğun,
Gözlerindeki dehşeti görmedik.
İçimizdeki boşluğun sebebini bilemedik
10 Kasım 2010

8 Kasım 2010 Pazartesi

İnce fark

Yaratıcı zekâ ile yıkıcı zekâ arasındaki ince farkı anlayabilmek için bol zamana ihtiyaç vardır. Zekâ zaten dizginlenemez, gem vurulamaz bir tür mutsuzluk kaynağı iken birde bu zekânın içinde bulunduğu koşulları değiştirmek üzere devreye girmesi yani zekânın cesaret ile desteklenmesi her an hayatımızı geri dönülmez bir şekilde değiştirebilir.
Yıllardır zekânın sınıflandırılması konusunda çaba gösteren bilim dünyası benim bakış açımla henüz bu konuda olumlu bir sonuca varamamıştır. Bunun temek sebebi zekâ gibi olağan üstü bir değerin, genel kabul görmüş olağan yetenek ve yaklaşımlarla anlaşılmaya çalışılmasıdır.

Bu garip ve bence gereksiz olan çaba sırasında ortaya konulan kıstasların yetersiz olduğu açıktır.  20 basamaklı 14 sayının çarpımını kâğıt kalem kullanmadan yapabilen birisini otistik olarak nitelendirirken, anti sosyal davranışlar sergileyen bir başkasını yüzyılın dâhisi olarak kabul etmek ne kadar gerçekçi ben bilemiyorum.
Öte yandan bilim insanları açısından zekânın sınıflandırılması ve derecelendirilmesi çok güzel başarılmış olmalı ki şimdi de duygusal zekâ gibi yeni kavramlar ortaya atılıp bu konudaki yetersizlik maskelenmeye çalışıyor.
Yazının girişindeki yaratıcı zekâ ile yıkıcı zekâ arasındaki ince fark kelimesine takıldığınızı biliyorum. Zekâ benim açımdan alışılmış kalıpların dışına çıkabilmemizi sağlayan algılama biçimimizdir. Ancak bu zekânın sadece ham halidir. Bu algılamanın fiiliyata dönüşmesi gereklidir. Fiiliyata dönüşmesi ise zekânın koşullara müdahalesi olarak kabul edilebilir.
Bilim insanları zekânın özel bir durum olduğunu ve anlamak için sınıflandırmak gerektiğini ileri sürüyorlar. Üstelik bunu pek zekice olmayan bir şekilde yapıyorlar. Zekânızın derecesi, üçgen küpün dokuz parçasını tekrar başarı ile bir araya getirebilmeniz, ya da ardışık şekillerden sıradakini soruyu soranlar açısından doğru şekilde en kısa sürede tahmin etmeniz değildir. Zekâ, içinde bulunduğunuz koşulları değiştirmekteki yeteneklerinizin mevcudiyetidir.
Ani gelişen bir durumda sürücünün hem arabayı hem içindekileri kurtaracak bir karar vermesi ve uygulaması için ne üçgenleri bozup yeniden yapmasına nede sıradaki resmi tahmin etmesine gerek vardır. Modern zamanın testlerinden düşük not almış birisi çok büyük rahatlıkla bu tercihi yapıp bir çok kişinin hayatını kurtarırken (yani yaratıcı zekâsını sergilerken)Einstein muhtemelen sosyal açıdan sorunlu bir tip olduğundan hiçbir zaman böyle bir tercihte bulunmak zorunda kalmayacaktı. Oysa aynı Einstein Atom bombasının geliştirilmesi için yardımcı olmuş ve yıkıcı zekânın en güzel örneklerinden birini sergilemekten çekinmemiştir.
Hakikaten zeki olup olmadığımızı birkaç teste ve muhtemelen bizim kadar bazı konularda yaratıcı olamayan insanların bizler adına yapacağı değerlendirmelere bağlıyorsak, onlar haklıdır bizler sınıflandırmaya muhtacız.
Einstein bana çok uzak diyorsanız, bir annenin, çocuğu kanalı ile gelininden, damadından ya da yine bir annenin çocuğu kanalı ile çocuğunun babasından intikam almak için geliştirdikleri yöntem ve yaklaşımları göz önüne getirin. Bir sevgilinin başka işler peşinde koşarken sevgilisinin haberi olmaması için sergilediği numaraların özgünlüğünü dikkate alın veya  İş yerindeki, çekişmelerde çalışanların ya da yönetim kademesindekilerin birbirinin ayaklarını kaydırmak için başvurdukları yolları hatırlayın hiç birini beğenmediyseniz bir çocuğun anne veya babasına istediklerini yaptırabilmek için geliştirdiği olağan üstü yaklaşımları hatırlayın.

 Söylenen beyaz yalanlar, yaratılan sahte dünyalar,  hepsini göz önüne aldığınızda herkesin işine geldiği yerde herhangi bir kıstasa göre yeterince zeki olabileceğini göreceksiniz.
Benim için gerçekten zeki bir insan, içinde bulunduğu koşulları değiştirme iradesi gösteren bunun için mücadele etmeye hazır olan ve doğru kararlar alıp çekinmeden uygulayan kişidir. Ancak bu yetmez. Einstein Atom projesinde görev alırken içinde bulunduğu koşulları değiştirmek için irade sergilemişti, çekinmeden bu kararları uygulamıştı ama benim açımdan zekânın yanından bile geçememişti. Çünkü zekânın aynı zamanda muhteşem bir sorumluluk duygusu ile desteklenmesi gerekmektedir.

Yıkıcı ve yaratıcı zeka arasındaki ince köprü bu detayda gizlidir.

09.11.2010

7 Kasım 2010 Pazar

Dilek kuyusuna üç kuruş

Dilek kuyusuna üç kuruş,
Bir gün karşınıza bir dilek kuyusu çıksa ve bu dilek kuyusuna atacağınız üç kuruş karşılığında her istediğinizin yerine getirileceği söylense elinizdeki üç kuruşu bu kuyuya atarken neler dilerdiniz?
Sonsuz hayat, sağlık, mutluluk huzur, zenginlik, aklınıza gelebilecek her şeyi dileyebilirsiniz. Herhangi bir sınır yokdur.

Bu ilginç fırsatın  hemen hemen her dilde, kültürde farklı aktarımları vardır. Kimisinde Sfenks kapıdan geçmek isteyenlere üç soru sorar kimisinde lambadan çıkan cin,  lambayı bulana üç dileğini yerine getireceğini ileri sürer.
Dileği yerine getirme kısmı değilde dileğin nasıl istendiği, önemlidir.Dilek tutarken ne istediğine dikkat etmek gerekir,
Öykülerden birisinde dilek sahibi tuttuğu her şeyin altın olmasını istemişti. Neticede hiç bir iş yapamaz hale geldi,"tuttuğun altın olsun" diyenler için bir köşeye bir not düşmek  lazım!  

Bir başka versiyonda ise dilek tutanın dileği hemen kabul edilir ama dilek sahibi cümlelerini doğru seçmemiştir. Ölümsüzlük istemiştir. Geçirdiği kaza sonucunda boyundan aşağısı felç kalır ve hareket edemeyen, bir ölümsüz olarak hayatına devam eder.

Sonsuz bir aşkla sevilmesini isteyen dilek sahibi, aşkının içine düştüğü çaresizlik içinde eriyip yok olmasını seyretmek zorunda kalır. Ne yapsa ne etse aşkına karşı duyduğu büyük sevgiyi ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.Yemeden içmeden kesilen aşkı dilek sahibinin kollarında ölür.
Kısaca ne dilediğine ve nasıl dilediğine dikkat etmek lazım yoksa pişman oluvermek çok kolaydır.
Aslında insan hayatı için muhteşem bir alegorik öyküdür bu üç dilek öyküsü.  Ancak hak edenin ve gerçekten arzu edenin istediklerine kavuşabileceğini vurgular.
Her alegori gibi bu üç dilek ve dilek kuyusu öyküsü de eski çağlardan gelen geleneklerin izlerini taşır ve esas öykü çok daha önemli ve anlamlıdır. 
Yer altında bulunan ölüler ülkesine gidebilmek için yer altı nehrini geçmek gerekmektedir. Çeşitli kültürlerde çeşitli dillerde farklı isimleri bulunan bu nehrin bir kayıkçısı vardır. Bu kayıkçının ücretini ödeyenler ölüler ülkesinin huzurlu dünyasında kendilerine yol bulabilmektedir.
Ücret üç kuruştur. Kuruşlardan ikisi gözlerine birisi ise dudaklarının üstüne konulurdu. Sol gözün üstüne konan kuruş, kendine tanınan sınırlı süre içinde bilgelik konusunda ilerleme kaydettiğini gösterir, Kısacası yaşarken ki bilgeliğinin bir işareti idi. Sağ gözün üzerine konulan kuruş, yaşarken, sevilen ve sayılan birisi olduğunu gösterirdi. Yani sol gözündeki kuruş iç yolculuğunu tamamladığını gösterirken, sağ gözündeki kuruş toplum için faydalı bir insan olabilmeyi başardığını gösteriyordu.
En son olarak dudaklarını mühürleyen kuruş ise iyi bir arkadaş olarak kendine emanet edilen sırları koruyabildiğini gösteriyordu. Ölümünden sonra da bu sırların ortaya çıkmaması için dudakları mühürlenmişti.
Bu bedeli ödemeyn insanlar,kayıkçı tarafından red edilir ve tekrara çilesini doldurmak üzere yaşayanlar arasına terk edilirdi.Hemen şunu belirtmek gerekir ki ölüler ülkesi korkutucu bir yer olmaktan çok sonsuz huzurun kaynağı olarak kabul ediliyordu insanlık tarihinin önemli bir kısmı boyunca.

Özellikle 14.üncü yüzyıldan sonra kilisenin baskısı ile ölüler ülkesi bu günkü cehennemi tasvirine kavuşmuş oldu.
Netice de iyi değerlendirilmiş bir hayatı temsil eden üç kuruş sonsuz huzur için kabul edilebilir bir değerdir.

 Bence çok geç olmadan bu üç kuruşun ne kadarını hak ettiğimizi bir an önce bulmamız lazım
08.11.2010

Pazar müziği

Cazın en büyük özelliği her bir çalışmanın özgün olması ve her seferinde farklı tonlara sahip olmasıdır.Ustalardan bir seçki. Asla bir daha aynı şekilde çalmıyacakları yorumlar güzel bir pazar olsun :-)

Hayatın basamakları

Hepimizin hayatında önemli bir yer tutan internet kavramı ilk kez 7o yıl evvel ortaya atılmıştı. 7o yıl evvel  kaleme alınan bir  hikayede insanlar ellerindeki cihazlarla bütün gezegeni birbirine bağlayan bir sinir ağına sürekli olarak bağlı kalıyorlardı.

Yine bu hikayede insanların anıları,bilgi ve becerileri, duyguları kısaca insanı diğer canlılardan ayıran her şey bu sinir ağı vasıtası ile diğer insanların paylaşımına açılmıştı.

Bu ilginç ve o zaman için hayli zorlayıcı olan bu fikri ortaya atan yazar bir başka eserinde yine bu sinir ağına aften insanlar tüm ihtiyaçlarını buradan karşıladığı için,gittikçe diğer insanlara karşı duyarsızlaştıklarından bahsetmişti.

Bu ileri görüşlü yazarın aklına bir gün insanların bu sinir ağına bağlanırken diledikleri kimlikleri edinebildikleri için artık kendileri ile ilgili herhangi bir taleplerinin olmayacağını ya gelmemişti yada bunun korkunç neticelerini fark ettiği için yazıya dökerek bu muhteşem kurguyu eksik ve hatalı olarak göstermek istememişti.

Netice de bu gün sinir ağına bir şekilde hepimiz bağlandık hatta onsuz hayatımızı sürdürme fikri bizler için neredeyse sigarayı bırakmak kadar zorlu bir mücadele gerektiriyor. Her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz her türlü tecrübe ve bilgi birikimini paylaşabiliyoruz. Her türlü rezillikten bu sinir ağı sayesinde payımızı alıyoruz.

Ancak bunları yapan bizler bu sinir ağının mevcudiyetinden evvelki hayatı hala hatırlıyoruz. Acı ve tatlı anıları, her insanın özgün olduğu kendi ile ilgili emek verdiği günlerin izleri hala zihnimizde güçlü bir şekilde var.

Diyelim ki dünyanın manyetik alanında meydana gelen değişiklik nedeni ile bütün kurulu bilgi paylaşım sistemi çöktü, internet, CD ler DVD ler kullanılmaz halde, bizler biraz sıkıntılı bir süreç de olsa hemen uyum sağlayabiliriz yeni duruma, ama bizden birkaç kuşak  sonrakilerin ne  yapacağını tahmin etmek mümkün değil. Olsa olsa kendi çocuklarımızı tarafsız bir şekilde inceleyip bir tahmin geliştirebiliriz.

Onların rol modelleri,içinde bulundukları ortam nedeni ile  internet standartlarına uygun, bizler sokaklarda büyüdük onlar ekran başında büyüyorlar, bizler akıllı olmak uslu durmak zorundaydık onlar, akıllı olmak veya uslu durmak zorunda olmadan istediklerini sanal dünyada yapabiliyorlar.

Bizler kişisel bakımıza dikkat etmek zorundaydık, onlar görünmedikleri için artık kişisel bakımlarına, fiziksel görünüşlerine dikkat etmiyorlar.

Çok kolay internet üzerinde oynadıkları oyunlar da  insan öldürüyorlar ve ülkeler yok ediyorlar.

Bizlerden çok daha hızlı düşünebiliyorlar,çok daha hızlı tepki verebiliyorlar ancak sokaklarda düşüp dizlerini kanatmadıkları için yada üst mahalle çocuklarından sıkı bir dayak yemedikleri için  acının ne olduğunu bilmiyorlar bu yüzden başkalarının acılarına karşı gelecekte duyarlı olmaları çok zor.

İnternetteki oyunlarda sürekli en kısa sürede en yüksek  puanı toplamak amaç olduğu için, halen bir şekilde varlığını sürdüren okul dünyasında korkunç ve acımasız bir rekabet içindeler. Yanındaki sıra arkadaşını yenilmesi gereken bir düşman, öğretmenini aşılması gereken bir "level" olarak görüyorlar.

Anneler , babalar olarak eğitim dünyamızda bir sonraki levele geçmek için gerekenleri tam bir kararlılıkla yapan hayatını kurslarda özel derslerde geçiren çocuklarımızın ne kadar başarılı olduğunu diğer anne babalar ile paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyarken çocuğumuzu PSP deki yeni oyunlarla yada PSP oynamasına internete girmesine verdiğimiz izinle terbiye ediyoruz.

Muhakkak ki değişim kaçınılmazdır ve değişime ayak uyduramaıyan daha hızla yok olacaktır.Ancak "Sigaranın" üretiminin yasaklanması gerekeken bir zehir kaynağı olduğunu bile bile, hem sağlık sektörü için yeni gelir kaynakları yarattığından hem de üzerinden kokunç vergiler alınarak bütçe açıklarının kapanmasına  yardımcı olduğundan hala üretimine izin verilmesi gibi bir iki yüzlülüğü sergilemekten çocuklarımızı bekleyen bu çok önemli  tehlike karşısında da çekinmememiz  geçmişteki hatalardan ders almadığımızın göstergesi.

Eskiden bizlerin adım adım çıktığı basamakları, bir hamlede atlaya zıplaya beşer onar geçen çocuklarımızın gelecekte  sağlam ve güzel bir hayatın teminatı olacaklarına inanmak istiyoruz.

4 Kasım 2010 Perşembe

Kahramanım benim

Her kültürün kendine has kahramanı vardır,ancak bu kendine has kahramanların ortak noktaları da çokdur.

Sert koşullarda yetişen kültürlerin kahramanları da sert karakterli olur. Ejdehaları öldürürler ve tek elle kullandıkları kılıçları ile bir vuruşta bir çok düşman askerini yere sererler. Modern sinema tekniklerinin bize inandırmakta zorlandığı bu sahnelerin zamanında nasıl gerçekleştiği hep benim için bir merak konusu olmuştur.

Bu tür kahramanlar, küçük kabilelerden, dört bir yanı düşmanlarla dolu topraklardan çıkar. Erken hayata atılırlar, hemen kılıç tutarlar ve nadiren yataklarında ölürler.

Öyküleri ağızdan ağıza anlatılmaya müsait olduğu için öykünün  anlatıcının keyfine kalmış bir derinliği vardır. Daha çok kılıç tekniğinin mükemmelliği, kollarının gücü anlatılır dinleyenlere.Ha birde istediği kadını nasıl elde ettiği. Dinleyenler inanmasa da en azından inanmayı isterler.

Her kültürün, bir dönemi, ama özellikle ilk ortaya çıktığı, ana hatlarının belirlendiği dönemi, bu tür kahramanlar ile ifade edilir. Kahramanlar saf, temiz, becerikli ve çok cesurdur. Genellikle yalnız çalışırlar. Uçan turnayı gözünden vurular. Bir çok sevgilileri vardır, Çocukları olur ama dövüşmekten fırsat bulamazlar çocuklarını yetiştirmeye, mesela nedense hep yıllar sonra baba ve oğul bir araya gelir, kahramanlar genellikle erkekdir ve dişi kahraman  pek nadirdir.

Zaman içinde kahramanların genel karakteri değişir. Artık kahramanlar diğer kahramanlar ile işbirliği içindedir. Birinin açığını öbürü kapatır, daha sade, daha az mükemmel ve daha gerçekçidirler.

Ait oldukları toplumun değişen yüzünü sergilerler, artık dört bir yanı düşmanla çevrili topraklar daha az tehlikelidir. Düşmanların saygısı kazanılmıştır. Ara sıra ufak tefek çatışmalar olsa da netice de güçler ve taraflar bellidir.

Kahramanlar daha rafinedir. ağızdan ağza anlatılan öykülerin yerine, yazılı öyküler belirir. Anlatıcın keyfine bağlıdır pek çok şey hala, ama yine de model kim anlatırsa anlatsın aynıdır. Kılıkları ve kıyafetleri değişir,detaylanır sadece düşmanla savaşmak değildir artık konu. Kahramanlar artık maddi zenginlik peşinde de koşmaktadır. Kendi halinde sokak çocukları bir bakarsınız ki bir gün kral olur.

Bir dönem sonra kahramanlar bir kere daha evrim geçirir.

 Artık akıl, zekâ, diplomasi ön plandadır. Kahramanların kuvvetleri, kılıç kullanma teknikleri yerini çözüm bulma yeteneklerine ve sonuca gitme becerilerine hatta kurdukları kumpasın kalitesine  bırakmıştır.

Kahramanların öyküleri artık kalın ciltler doldurmaktadır ve detaylar daha rol model odaklıdır. Kahramanların içinden çıktıkları toplumda değişmiştir. Bağıran çağıran kelle alan kafasına göre takılan kuvvetli lider yerini akıllı, becerikli öndere bırakmıştır. Kahramanlar ve anti kahramanlar neredeyse eşit ağırlıkdadır.

Bu seviyeye gelmiş toplumlarda sanat ve bilim dalında ilerlemeler yaşanır ve her türlü problem akılla çözülür.

Bütün bu farklı dönemlere ait kahramanlık öyküleri, o kültürün çocuklarına birer kılavuz kitap oluşturmaları dışında ait oldukları toplumun gelişmişliklerini de sergiler. 
Thor'un çekicini indirdiği topraklarda Andersen'in masallarını, Ejdarha Dövmeli kız ciltleri izlemiştir. 
Mulan'ın at koşturduğu topraklarda Sholin rahiplerinin öyküleri ve ardından muhteşem çin Edebiyatı doğmuştur. 
Robin Hood ile başlayan değişim iki şehrin hikayesinde zirveye ulaşmıştır.
 Dünya edebiyetının en çekici örnekleri muhtelif toplumların en zorlu dönemlerinde, çok daha eski zamanlardan kalan basit halk öykülerinin evrimleşmesi ile ortaya çıkmıştır. Felsefefi düşünceler, büyük değişimler önce gelişlerini; anlatılan, yazılan öykülerdeki kahramanların değişimleri ile  daha sonra Dünya edebiyatına kazandırılan bir çok toplumun ortak değerlerini, değişen yüzlerini sergileyen birer yaşam kılavuzu görevi üstlenen eserlerle vermişlerdir.
Ne yazık ki bazı toplumlar ,göçebelikten ve yerleştikleri toprakların kültürleri ile kaynaşma adetlerinden vazgeçemedikleriden , kendi kültürleri yokdur.Alışkanlıkları vardır. Matbaayı 200 küsur sene geriden takip ederler, yazıyı 2700 yıl sonradan kullanmaya başlarlar, kahramanları at üstünde bozkırlarda kalmıştır ve sayıları eser mikdardadır.
O yüzden nadir lider ve önder yetişirirler,o yüzden yalnız,kırgın ve ümitlerini kolayca yitirmeye meyillidirler.
05.11.2010
 
 

3 Kasım 2010 Çarşamba

Saatin sesi geliyor mu?

Başı sonu belli aradaki detaylar ile ilgili rivayet muhtelif olan hayat koşusunda,  insan, "Hayat"  denen karmaşayı, hep büyük bir merak arzusu ile izler, anlamaya çalışır ve kendi yorumunu katmaktan geri durmaz her fırsatta.
Kararlar alır, kararlar verir, kararlar uygular, kararlardan vaz geçer değişimin ta kendisidir her ne kadar farkında olmasa da. İki dakika erken çıkmaya karar verdiği için hayatının kadını ile karşılaşabilir ya da kırmızı ışıkta durmamaya karar veren bir başka insanın kurbanı oluverir.
Hani bazen kulaklarımızda nabzımızı duyarız ya bir sebepten, içimizdeki saati kavramaya en yaklaştığımız anları işaret eder  o kararlı ve tempolu ses.
 Saatimiz yalnız kendi bildiği bir sebeple tam bir aldırmazlık içinde kararlı bir şekilde çalışmaktadır kendine yerinde.
 Bir fabrika ömrü vardır.Birde bizim yaptığımız tercihlerle belirlenen kullanıcı ömrü. Kullanıcı hatası nedeni ile hiç bir zaman garantiye girmez. Genel olarak fabrika ömrünün yarısına bile ulaşması çok nadir kabul edilir tıp dünyasında. Ancak bir ömrü kesinlikle vardır ve bu değişmez bir kuraldır.
İnsanoğlu diğer pek çok canlıya göre fiziken daha kırılgandır. Buna rağmen kendisini diğer canlılardan ayıran bir çok özelliğinden biri de kavrama ve anlama kabiliyetidir. Bu özelliği ile bir cam ustasının yarattığı esere benzer. Hem çok kırılgandır hem de çok muhteşemdir.
İçindeki saatin sesini bir tek kendi duysa da herkesin bir saati olduğunu ve günün birinde bu saatin duracağını bilir. Saatin tik  tak ları hafiflemeye başladıkça  gençken ve hatta sağlıklıyken yapamadıklarını bir heves gerçekleştirmeye çalışır.
Ancak zamanın defteri kesin ve geri dönülmez bir şekilde yazılmaktadır. Keşkeler ile iyikiler arasındaki gidiş gelişlerin çetelesi vardır o sayfaların üzerinde.
Hayatın gerçek anlamını kavradığımızda, o anılarımızın bulunduğu sayfaları tek tek çevirerek, sayfa diplerine birer not düşeriz. Bir damla gözyaşı veya başkalarına anlamsız gelen bir küçük kelime yıllar sonra her şeye birden yepyeni anlamlar kazandırır.
Söz söylenmiştir, olan olmuştur, üzüntüler ve sevinçler hep bir şekilde bir karara bağlanmıştır. Hayatın içindeki saat tik taklarına devam etmekte ve görünmeyen bir el hemen şimdi bu an aklınızdan geçenleri de dâhil olmak üzere her şeyi ama her şeyi kaydetmektedir.
Kimimiz o defterin sayfalarına bakmak istediğimizde gördüklerimizden dehşete kapıldığımızdan kendimizi bu defterin bir yerlerde hala doldurulduğunu unutturacak ve geçmişin sayfalarında yazanların yalan yanlış olduğunu inandıracak yollar seçeriz. Belki de değil muhakkak haklıyızdır bu seçimimizde ancak o seçimi yaptığımız andan sonra ve devamında izlediğimiz çizgide her anımız o deftere yazılmaya devam etmektedir. İşte o gerçeği ne yaparsak yapalım değiştiremeyiz, ne alınan depresyon ilaçları ne de damarlarda dolaşan alkol ve hatta her şeyden uzak münzevi ve çileli bir hayat bile bunu değiştiremez.
Kimimiz de büyük bir şevkle bu defterin sayfalarını karıştırır, notlar alır, bazı şeylerin neden ve sonuçlarını daha iyi anlamayı ümit ederiz. Değiştiremesek de yazılanları hatırlamaktan ve anlamaktan doğan acı, hüzün, keder, sevinç ve diğer bütün duyguları yaşamayı tercih ederiz.
Başkalarının hayatında küçük farklılıklar yaratma çabalarımız hem bir anlam hem de etkinlik kazanır bu cesaretimiz nedeni ile.
İnsan olmanın bir gereği olarak hep son anda aklımıza gelse de hayat defterine bir güzel not düşebilme fırsatımız her zaman ve her an karşımıza çıkabilmektedir. Bu fırsatı anlamak, yakalamak  ve değerlendirmek için,  hayat defterinin sayfalarını karıştırmayı, keşkeler ile iyikiler arasındaki garip çelişkiyi anlamayı tercih etmek lazımdır her zaman.
Tıpkı nedenini kavrayamadığımız  içimizdeki saatin çalışmaya  devam etmesi gibi, keşkeler,ile  iyikiler arasındaki dengeyi iyikiler lehine  çevirme fırsatları da harcanmayacak kadar kıymetlidir ve sanılanın aksine çok daha fazla sayıda çıkmaktadır insanoğlunun karşısına…….
11.04.2010

2 Kasım 2010 Salı

Koloninin öyküsü

Yüksek tepenin hemen eteklerinde, denizin toprak ile buluştuğu yerin az ötesinde kurulu yüksek duvarlar ile çevrili kolonilerin izlerini bütün Akdenizde sürmek mümkündür. Duruma göre en fazla 10 beş kilometre içinde denizde kıyıya yakın kalmak şartıyla herhangi bir yöne giderseniz mutlaka bir sonraki koloni şehrinin kalıntılarına rastlarsınız.

Denizi;altı düz gemilerin yanaşması için doğal bir liman özelliği taşıyan  uygun bir zemine ve nispeten açık denize göre sakinliğe sahiptir. Derinlerden gelen sıcak su kaynağı denizin soğukluğunu düşürür ve iklimi yumuşatır. Sıcak ve soğuk akıntılar birbiri içine girmişken, tatlı su kaynağı da hemen neredeyse elinin altındadır koloni sakinlerinin.

Binalar taştan sağlam  en fazla iki katlıdır. Suyolları ile taze su şehrin her yerine ulaştırılır. en yakın koloni genellikle bir gün mesafededir. Diğer koloni mensuplarının  yaptığı ziyaretlerde kullanılmak  için bir tapınak birde asıl koloni  sakinleri için yapılmış daha görkemli ve genellikle dairesel bir görünüşe sahiptir. Alışveriş merkezi yüksek tepenin eteklerinde ve bütün yollardan kapıların görülebildiği merkezi bir konumdadır.

Bazı şanslı kolonilerin gemilerin emniyetle sığınmasını sağlayan deniz içinde mağaraları ya da kara içine kadar giren suyolları vardır. Gemiler her an harekete geçmeye hazır buralarda saklanır.

Bölgenin volkanik yapısına ve birbiri üzerindeki toprak katmanlarının sıkıntılı stres atma girişimlerinden doğan depremler arada sırada yıkar geçer siteleri, her keresinde yeniden kurulur bu siteler. Yer altında yaşayan tanırrılar adına yepyeni mabetler inşa edilir ve sonra yer altındaki tanrılar unutulmaya yüz tutunca bir kere daha aynı kabus görülür.

Yönetimleri merkezi kent devletlere benzer, senatoları, danışma kuruları hatta bazılarında gladyatörlerin dövüştüğü arenaları bile vardır. Kendi paralarını basarlar, kendi gemilerini yaparlar, kıvırcık saçlı kumral, bazıları renkli gözlü, atletik, sıhhatli bir yapıları vardır. Hekime işleri az düşer, az hastalanır çabuk ölürler.

Bu üç tarafı denizlerle çevrili sırtını aşılmaz dağlara dayamış minik cumhuriyetler denizden gelen akıncılar tarafından değil de, dağları aşıp gelen kara derili, kara gözlü, çatık kaşlı gür sakallı insanlara yenildiler. Çünkü kendileri denizci olduğundan aşılmaz zannettikleri dağlara sırtlarını dayayıp kendilerini emniyette sanmışlardır.

Hayatlarında denize açılmış insanlardı istilacılar ve hastalıktan hatta çekik gözlü sarı ırkın intikamından kaçıyorlardı. Çeviktiler, korkusuzdular ve sayıca çoktular.

Evlendiler yenilgiye uğrattıkları koloni sakinleri ile soylar karıştı, birer ikişer terk edip kolonileri içlere çekildiler. Balıkçılık değil keçi beslemek ilgilerini çekti, ticarete zaten kafaları basmazdı.

 Koloni sakinlerinin intikamı ağır oldu, bu yeni nesil burunlarının dibindeki denizden faydalanamadılar hiçbir zaman, ithal denizciler ile bir ara hüküm sürdüler denizlerde ve sonra çekildiler sessizce denizlerden bir daha isimleri duyulmadı.

Koloni sakini dedelerinden yıkılanı yeniden yapmayı, tepeleri aşıp gelen dedelerinden inatçı olmayı ve hayata tutunmayı öğrendiler. Ancak göçebelikten kurtulamadıkları için her daim günü birlik yaşadılar. Yaşadıkları topraklarda kendilerine ait bir iz bırakmayı başaramadılar. Herkese tanıdık gelirlerdi lakin herkesden farklı, bir başlarına, duygusal ve kendi kendilerini yiyip bitirmekte ustaydılar.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Biz Tanrıcılık oynarken,

Tanrılar ve insanlar

Hayatımızın bir döneminde mutlaka diğerlerinin kaderini elimizde tutmuşuzdur. Ne yazık ki  bunun farkında olmama ihtimaliniz ve hatta bırakın farkında olmayı neden işlerin dilediği gibi gitmediği konusundaki genel kabul görmüş mazeretler arasından bir seçim yapmakla meşgul olmanız çok yüksek bir ihtimaldir.

 En basitinden kafamız hafif dumanlıyken direksiyonun başına geçmişizdir taksi çağırmak varken.
Ailemize, yakınlarımıza beyaz yalanlar söylemişizdir. Öğretmenimizi kandırmaya çalışıp hatta kopya çekmişizdir.
Faul olduğu halde faul olmadığını iddia etmiş, ofsaytta neden düşmediğimiz kendimize göre açıklamışızdır.
 Ufak ufak başlayan beyaz hatta bembeyaz yalanlar gittikçe kirlenmeye başlamış, yalanın dozunu sessizce arttırmışızdır.
 Kendi kafamıza göre bir senaryo yaratıp o senaryoya hem inanıp hem de çevremizdekilerin inanmasını beklemişizdir.

Geçmişteki olaylarda, alınan kararlarda hep başkası suçludur, elde olmayan sebeplerle o kararlar alınmıştır. Şartlar öyle gelişmiştir. Bizimle ilgili en küçük bir kuşku yoktur. Bütün gücümüzle iyi ve doğrunun yanında yer almış muhteşem bir kahramanın çaresizliğidir başımıza gelenlerin izahı.

 Hatta yalanın en alçağını bile bazen kullanırız sessiz bir işbirliği içinde "emrettiler yaptım” demek insan vicdanının sustuğu hatta derin bir sessizliği dönüştüğü nazik kırılgan bir durumdur ve en sağlam açıklaması" emrettiler yaptımdır".

Hatalı arkadaşlıklar kurar, olmadık evliliklere bel bağlarız. Uygun olmayan kız hep bir başkasının karısıdır. Bizim evliliğimiz ruh ikizlerin buluşmasıdır. Sevgi ve aşk ile doldur. Yan komşudur çarklar birbirine uymadığı için gıcırdayan bizde bir şey yoktur aslında ve elimizden gelen tüm gayretimizle hiç ödün vermeden evliliğimize sahip çıkıyoruzdur.

İş yerinde işten çıkarma kararları hep başkaları tarafından alınmıştır. Kimse bize gelip personel sayısı şuna düşecek adamlarını seç dememiştir.

 İşten atıldığımızda, o güne kadar hep elimizden gelenin en iyisini yapmışızdır. Patronlar bizleri anlamamıştır.

Velhasıl kelam, hayatımızın her aşamasında öyle yapmakla böyle yapmak arasında gidip gelirken sorumluluğu başkalarına atmaktan çekinmeyiz. Her taşın altında komplo ve bizi çekemeyenler vardır ve çevremiz hep işlerimize hayatımıza nazar koyanlarla doludur.

Nazar için kurşun döktürür, kurban keser ama bu plan işe yaramıyorsa alternatif nedir diye düşünmeyiz hiç bir zaman ve kozmik enerjiler ile yıldızların durmudur başımıza gelenlerin sorumlusu.
Tanrılar ile insanlar arasındaki fark Tanrıların ders almayı bilmesidir geçmişte yapılan hatalardan. İnsanlar ise asla hatalarından ders almazlar ve bu yüzden ölümlüdürler aslında