31 Ekim 2010 Pazar

Güzel yazı dersi

Biz  ilkokul üçüncü sınıftayken, ilk defa güzel yazı dersi ile tanıştık, temiz beyaz bir kağıt, kağıda düzenli yazı yazmak için hazırlanmış koyu çizgilerin dikkatle belirlendiği bir alt kağıt, yazı mürekkebi ve ucu kesik kalemden oluşurdu ders aletleri. Haftada bir saatti ve hiçte heyecanla beklemezdik çünkü beyaz çizgisiz kağıtta yapılan hatalar daha çok belli olurdu  ve mutlaka hata yapardık.

Normal zamanlarda ders esnasında kullandığımız kalemleri kalemtıraşla açardık. Çok güzel kokusu olurdu taze açılmış kalemin. Kalemlerin özle kalem kutusu olurdu ve dikkatle taşınırdı çünkü yere düşürülen kalemin içi kırıldığından, kalemtıraşla açmaya çalışırken, sivri uçlu kırık parçalar Kalemtıraşın içine sıkışırdı.

 Yeni bir başlangıç bir nevi şevk kaynağı idi yeni açılmış uçla yeniden yazmaya başlamak.

Kırmızı kalem ve cetvelle sayfanın kenarına çizgi çizer, saç örgüsü motifi ve renkli kalemlerle süslerdik defterlerimizi.

Güzel yazı dersinde o mürekkep mutlaka damlardı temiz kâğıdın üstüne, diğer derslerde de elimizin kenarına kurşun kalem tozu bulaşır ve bütün sayfa gri gölgeli hale gelirdi. Defterin sayfalarını yırtmamıza izin verilmezdi, kirli sayfalarda ki harfleri biraz büyütür kelimeler arasını biraz açarak bir an önce yeni sayfaya geçmek için aklımızca numara yapardık.

Silgilerimiz devlet malzeme ofisinindi, beyaz renkli olanlar kıymetliydi, ortasındaki delikten ip geçirip boynumuza asardık, yurt dışında akrabası olanların kokulu silgileri ve renkli kalemleri olurdu. Kalemtıraşlar plastiktendi ve kısa zamanda körelir yada kırılıp işe yaramaz hale gelirdi.

Tüm bu şartlar altında, bilgisayar ekranının sayfasında tekrar tekrar düzelt tuşuna basma seçeneğimiz olmadan yâda yazdığımız yazıyı kimseler görmeden imha etme şansımız yokken, yine de  kâğıdımızın kenarını çizmeye devam ettik ve yaz aylarının sıcağında terleyen ellerimizin kâğıdımız üstünde bıraktığı  garip izleri  kabullenmeyi öğrendik.

Hayatın ta kendisi idi o defter sayfası ve her seferinde yeniden yazmak yerine, elimizdekinin kıymetini bilmeyi ve elimizdeki ile yetinmeyi öğrendik. Tüm kiri ile pisliği ile eksikliği ve çirkinliği ile hayatı kabullenmeyi öğrendik o sıralarda. 

Resim öğretmenimiz, resmin mutlaka kenar çizgilerinin olması gerektiğini ve kafamıza göre resim çizemeyeceğimizi öğretti bizlere, müdür muavini isimli o zat elindeki cetvelle arkadaşlarımızın ellerine vururken sıramız gelsin diye beklemeyi öğrendik. Sınıfta konuşulmaz, fikir beyan edilmez ve öğretmeni zor durumda bırakacak sorular sorulmazdı. Bizler halimize şükretmeyi, elimizdekinin kıymetini bilmeyi biraz da o cetvel vuruşlarının hatırına bir güzel öğrendik.

Öyle ya bizden daha şansızlar vardı iansımızı zorlamak, bilinenin dılına çıkmak imkansızdı. Zigana Kop Gülek,Torosları aşan geçitlerdi. O geçitlerin bir başkası var mı asla araştırmadık.

Sormayan, araştırmayan ve kendi kaderini kendi ellerinde tutmayı bilmeyen nesiller olarak, bu günkü Türkiye’nin altına imzamızı attık.
01.11.2010

29 Ekim 2010 Cuma

Bulutların üstünde

Her gün ömrünüzü tükettiğiniz, bitmek tükenmek bilmeyen dakikalarınızı trafikte harcadığımız, her an ezilme tehlikesi ile yaşadığınız, zehirli kirli havasını soluduğunuz şehrin yukarıdan hani derler ya kuş bakışı neye benzediğini biliyor musunuz? Hiç merak ettiniz mi?

Aşağı yukarı bu  resme benziyor.

Peki oradan oraya yetişmek için çaba gösterirken, hayatınızın akıp giden dakikaları içinden hangisinin önemli olduğunu biliyor musunuz?

Geciktiğimiz toplantılar, geç kaldığımız buluşmalar, bir türlü yetişmeyen işler ve alışveriş merkezlerinde harcanan hayatlar. Çocuklarımız hızla serpilip büyürken, bizim kontrolümüz dışında yepyeni bir dünyaya adım atmaya hazırlanırken ömür dediğimiz defterin sayfaları hızla tükeniyor.

Ne Galatasaray ne Fenerbahçe çekişmesi ne her taşın altında aradığımız komplo teorileri, ne de artık sıradan gelen sıkıntılı iç karartıcı haber bombardımanı içinde bulunduğumuz ve tükettiğimiz zamanımızın "gerçek " değeri değildir.

Üniversite yıllarında bitmek tükenmek bilmeyen otobüs yolculuklarında neredeyse her kapta şoförü, her aracı ezbere tanır hale gelmiştim. Ne marka sigara içer, nerede hızlanır, hangi şarkıları dinler hepsini biliyordum. O yolun her bir kilometresini günün her farklı saatinde rahat koltuğumda otururken kat etmiştim.

İşten eve gelir gibi rahat ve emin hissediyordum kendimi. Her şey yolundaydı ve katlanılması gereken basit bir sıkıntıydı benim için oysa ömrüm geçiyordu.

Sonra bir gün aynı yolun çok emin olduğum defalarca kat ettiğim kısmını uçağın penceresinden görme şansım oldu. O bitmek bilmeyen yol ne kadar dar ne kadar ince ve kırılgandı.

Bulunduğumuz yükseklikten yolun üzerinde her iki yöne devam eden araçlar görülmüyorlardı ama onlar oradaydılar.

Yolun sağında solunda her yeri önce düzenli sürülmüş tarlalar ile sonra bomboş belki hiçbir insanın yaşamadığı topraklarla doluydu. Bizim tüm kaygılarımızın, endişelerimizin aslında ne kadar manasız olduğunu öğrendim o yolculukta.

Kendi yolumuzda insanüstü bir gayretle ilerlemeye çalışmaktan sağımızı solumuzu göremez hale geliyorduk. Hadi diyelim ki durduk şöyle bir etrafımıza baktık görebildiklerimiz görebilmemiz gerekenlerin çok küçük bir parçası idi.

Kendi küçük dünyamızda kaybolmuş küçük ruhlardık ve bunu anlamak için yükseklere çıkıp derin ve keskin bir bakışla kendimizi incelememiz gerekiyordu.

Hayat dediğimiz şey sadece televizyondaki diziler, bilgisayardaki yazılar, edilen kavgalar, tutulmayan sözler değil aksine kesinlikle çok dikkatli kullanmamız ve her anının kıymetini bilmemiz gereken çok nadir, çok kırılgan bir hediye.

Doğumuzla paket açılıyor ve ölümümüzle diğer çöplere karışıyor.

 Ne  bir eksik ne bir fazla.

Zamanı geldiğinde diğer çöpler arasında işte sonuna kadar tüketilmiş tek bir damlası bile ziyan edilmemiş muhteşem bir ömür örneği  diyebilmemiz dileği ile.

30.10.2010

28 Ekim 2010 Perşembe

Kuşakların çaresizliği

Yandaki fotoğrafta bir duvar inşa eden bir baba ve oğul var, hemen arkalarında da muhtemelen gelinleri yâda kızları bu hummalı faaliyeti izliyor. Yaşlı adam tüm dikkatini doğru taşı doğru yere yerleştirmeye vermiş, Oğlu da hem babasının ustalığını izliyor hem de her an yardım etmeye hazır. Yüzünde hafif endişeli ama anlayışlı bir ifade var. Bu resmin en güzel tarafı resimdeki tarafların yani İki farklı kuşağın tek bir amaç için çalışmayı öğrenmiş olmaları.

Bizlerin anne ve babaları, kendi kuşaklarından önceki kuşaklarla çalışmakta epey zorluk çektiler. Kendilerine yol göstermesi gereken yordam öğretmesi gereken bu kuşak kendilerinden daha donanımlı ama tecrübesiz olan anne babalarımızla bilgi paylaşmayı ve onlara liderlik etmeyi başaramadı. Çünkü onlar tehlikeli ve çalkantılı bir dönemden hemen sonra üzerlerine sorumluluk almışlardı. Yüzyıllardır kurulu olan ve bir şekilde işleyen düzen bozulmuştu. Ekonomik sıkıntılar ve kısıtlı imkânlar ile ya yeterli eğitimi alamamışlardı yâda hali vakti yerinde olanlar başka ülkelerde okudukları için başka kültürlerin insanları olmuşlardı.Hayatlarını idame ettirebilmek için bilgi gerekliydi,paylaşılmazdı ve kıymetliydi.

Anne ve babalarımız önlerinde kendilerine liderlik edecek, yön verecek yol gösterecek birilerinin çabaları olmadan kendi yollarını çizdiler. Kendi yaşıtları ile aralarında güzel arkadaşlık ilişkileri ve komşuluk denen sessiz dayanışma yolları vardı. Eksikliklerini, birbirlerine destek olarak kapadılar. Değişen dünyaya bir şekilde ayak uydurdular, eğitim çıtasını bir kademe yükselttiler ve hayata tırnakları ile tutundular.

Bizler ise tam ara kuşağız, bizim zamanımızda, televizyon yoktu, radyo yaygındı, sabahları okul radyosu dinlerdik okula gitmeden önce ve havuz problemleri kâbuslarımızdı. Anne ve babalarımız, kendileri görmediği için bizlere işleri devretmekte hazırlıksız yakalandılar ve bizlerde teknolojik devrime hazırlıksız yakalandık. Köşe dönmek, bir an önce bir şeyler olmak esas amacımız oldu arkadaşlık, komşuluk, hoşsohbetler yerini yüzeysel ilişkilere bıraktı. Annelerimiz babalarımız haklıydılar önlerinde öğretmen yoktu ama bizler biraz Dallas dizisine özendiğimizden biraz teknolojik devrimin paniğinden tek başımıza hayata karşı durmaya çalıştık. Anne babalarımızın teknolojik devrime ayak uydurmak için gösterdikleri çabayı, onların bizlere mirası olan komşuluk ve arkadaşlık gibi değerleri korumak için kullanmadık.
Bizden sonraki nesiller, elektronik dünyanın büyülü dünyasında, kendilerine hazırladıkları sahte kimliklerle yaşamayı çabuk öğrendiler. Kılıktan kılığa kimlikten kimliğe giriveriyorlar ve bizim bilinçli yalnızlık tercihimize karşı onlar tümden yalnız. Kendi dünyalarında PSP, Wİİ, Feysbok,twiter, yeni Nokia……, hepsinden ve her şeyden önemli. Gelecekten bir beklentileri yok empati, sempati gibi kavramlar onlara yabancı.
Bizler ise onlara liderlik edemiyoruz, yol gösteremiyoruz, yordam öğretemiyoruz, Dillerini bile anladığımız şüpheli. Bilgi için bize ihtiyaçları yok, arkadaşa, yoldaşa değer vermiyorlar, bizlere ait olan her değeri fütursuzca tüketiyorlar.
Bu gün 29 Ekim Cumhuriyet bayramı, Üçüncü kuşak olarak ortalıkta yalnız şaşkın ve hayretler içinde değişen kendi küçük dünyamızın değerlerine sahip çıkmaya çalışıyoruz.Kimimiz gittikçe daha tutucu daha baskıcı bir hale dönüşerek korkularını gizlemeye çalışırken, kimimizde, bıkkın, yorgun ve karalar bağlamış halde sandığın dibinde kalan ümit ışığını bulmaya çalışıyoruz.
 Geleceğimiz mi? Onlar feysbok da yazışıp, twitterda gelen adreste  buluşup,PSP oyun hilelerini paylaşmaktalar .
29.10.2010

27 Ekim 2010 Çarşamba

Boğa koşusu veya liderlik üzerine

Boğanın korku içinde koşturduğu, bir çıkış yolu aradığı,  insanların yoğun ilgisi nedeni ile olduğundan dar gözüken ve önünden kaçan insanlarla dolu sokakta çekilen bir fotoğraf ilgimi çekti.

Fotoğrafı çeken herhangi bir sanatsal kaygıdan çok bir anı yakalamak çabası içinde olduğu için resmin estetik açıdan bir değeri yok. Öylesine çekilmiş bir resim.
Ancak bu karenin içinde hayatın ta kendisi tamamı ile rastlantı eseri olarak gizlenmiş.
Boğanın arkasında kalanlar için bir tehlike yok boğada onlarla ilgilenmiyor zaten, tehlike geçmiş, boğa can hali ile koştuğu için zaten yönünü değiştirmez artık ama onlar bir heyecan koşmaya devam ediyorlar. Buna benzer davranışları hayatın içinde de çok net saptayabiliriz eğer dikkatle bakarsak. Olan olmuştur,değiştirmek mümkün değildir ama hala olayın peşinden koşmaya devam ederiz. Bu üzücü bir olaysa gözyaşlarımız sel gibi içimize akmaya devam eder, hüzünlü ve boğanın peşinde koşmaktan çevresi ile ilgilenemeyen bir insan haline geliriz.
Boğanın çarptığı ya da ayağı kaydığı için düşmüş olan birisi var karede, gerçek hayata uygun olarak kimse onunla ilgilenmiyor. Geride kalanlarda dâhil herkes görmeden varlığına bir önem vermeden yanından geçip gidiyor. Her insanın zaman zaman tökezlediği anlar vardır ve diğerleri eğer gerçekten sizi önemseyen insanlar değilse yanınızdan şöyle bir bakıp geçerler. Düşenlere ise bir gün kendi başlarına da gelebileceği korkusu ile hiç dikkat edilmez, görmemezlikten gelinir.

Vakıf ” Vakfetmek” kavramını dünyaya hediye eden toplumumuzda bugün bu tip insanlara yardım eli uzatanlara, başka işte tutunamadığı için buralarda vakit geçiren zengin veletler muamelesi yapılmaktadır. Kuşkusuz bunda bazı sefil insanların yaptığı yardıma muhtaç rolü ile bu konularda gayret göstermek isteyenlerin heveslerini kırmaları da  yardımcı olmuştur ama neticede insanlığın geneli yere düşene karşı duyarsızdır.
 Boğanın hemen yanında koşanlar aralarında ki mesafeyi korumaya ve her an yön değiştirmeye hazırdırlar, aslında boğanın önüne geçmek gibi bir niyetleri de yoktur.  Onlar hayata karşı emniyetli durmayı seven riskten kaçınan ama etrafındakilere hava atmayı sevenler gurubundadır.
Birde Boğanın önünde can hali ile koşanlar gurubu var.  Bunları ikiye ayırmak gerekir gibi geliyor bana, temelde hepsi cesaretli hayat denen karmaşanın içine dalmaktan korkmayanlar buralarda yer tutmuşlar.  Bir kısmı boğanın önünde gücü yettiği kadar koşmaya istekli, akşam bir bardak şarap eşliğinde mücadelesini anlatacak herkese, bir kısmı da hemen Boğanın yolundan çekilmeye hevesli olarak  uygun bir pozisyonda koşuyorlar.
Liderler Boğanın önünde koşan gurubun içinden çıkarlar, hepsi boğanın önünde koşmaktadır ama hemen bırakıvermeye hazır olanları diğerlerinden ayırmak gerekir. Bir bakarsınız yalnız başınıza kalmışınızdır Boğanın önünde.
Daha da önemlisi,  Boğanın renk körü olduğunu bileni kendinize lider seçmeniz lazım, Boğa için kırmızı ya da başka bir renk fark etmez. Ancak beyaz grinin tonlarından oluşan bir dünyada fark edilmesi en zor olan renktir. Boğanın kendisi hazır olmadan, fark etmemesi için uygun renkle giyinmiş, Boğa ile uygun mesafede duran, her an kaçma ihtimali varmış havasında olmayan ve Boğadan çok önüne bakan liderleri tanımak için gereken önemli ipuçlarıdır.
Liderler sadece yolu gösterirler, gerisi onları örnek alan insanlara kalmışdır.
Hayatımız da kaç kere kendimize örnek aldığımız insanları doğru seçebildik. Kaç tanesi hayatın ve Boğa koşusunun gerçek anlamının boğayı boynuzlarından yakalamak olduğunu biliyordu?
28.10.2010 


26 Ekim 2010 Salı

İhtimal ki bir gün mutlaka

Bir çift zarın ( altı ve altı )gelme ihtimali nedir sorusu ile karşılaşan bir çok kişi hemen kafasından hesaplama yapmaya başlayacaktır. Düz mantık gidersek birinci zarın bir olduğunun kabul ettiğimizde  sırası ile bir artı bir, bir artı iki........ şeklinde giden ihtimaller zinciri içinde duruma , zamana ve kişinin performansına göre bir çok farklı versiyon üretmek mümkündür.

Aynı soruyu 49 sıralı rakam arasında 6 tane rastgele rakamı bilebilmek olarak değiştirdiğinizde de yine ihtimaller hesabı zihninizi dolduracaktır. Çok büyük bir olasılıkla ortay çıkan rakam milyonda birden küçüktür.

Neticede ister bir çift zarla altı ve altı kombinasyonunu  bulmak hedeflensin ister 49 sıralı rakam içinde rastgele belirlenmiş altı tanesini ikinci defa yakalama şansı  aranıyor olsun ihtimallerin versiyonları insanı ümitsizliğe düşürecek kadar çoktur. Onun için insan zekasının o muhteşem dinamiği içinde çeşitli şans ve şansızlık senaryoları üretiriz. Bizlere şans getirdiğine inandığımız fetişlerimiz ve daha önemlisi şansızlık getirdiğine inandığımız kâbuslarımız vardır. Kâbuslarımızın sayısı fetişlerimizden fazladır daima ve her seferinde yeni fetişlerimize eşlik eden kâbuslarla boğuşuruz uykumuzda.

Hayatın kendiside bir kumardır eninde sonunda. Milyarlarca sperm içinde ne sağlıklı olan ile yumurtanın en uygun zamanında, buluşması, hayat dediğimiz yalnızca başı ve sonu belli bu tiyatro oyununun nasıl rastlantılara kaldığına çok güzel bir örnektir. Her gün eve gitmek için kullanılan yolunan bir kararla değiştirilmesi, asansörde hayatımızın kadını ile karşılaşmamız bunların hepsi hayatımızda rastlantıların olasılıkların işgal ettiği önemli bölümü karanlıkta parlayan bir fener gibi gözler önüne serer.

Hayat sevinçle üzüntü arasında değişen duyguların kolektif toplamını ve daha fazlasıdır. Bu gün üzüldüğümüz konu ve olaylar yarın bizler için büyük ihtimalle anlamsız kalacaktır. Bunu bile bile üzülmeye ve sıkılmaya devam edeceğimiz kesin. Böylece bizlere verilen çok önemli bir hediye ellerimizin arasından akıp gidecek ve biz çok sonra farkına varacağız kaybettiklerimizin değerini.

Hayatımız bir kumar, bir olasılık hesabı olduğuna göre öncelikle düz mantıkla bakmayı öğrenmek gerekiyor hayatın kendisine, Atılan iki zarın “Altı ve Altı” kombinasyonunda gelmesi olasılığı yalnızca yüzde ellidir. Aynı şekilde sıralı 49 rakam içinden rastgele altı rakamın tekrar etme olasılığı da yüzde ellidir. Çünkü diğer bütün seçeneklerin (altı ve altı kombinasyonu dışında)  bir anlamı yoktur.  

Şimdi bir istatistikçi bulun ve ona sorun “İstediğim cevabı bulma ihtimalim yüzde elli  ise bu işe gireyim mi? Hemen yüzü aydınlanıp hararetle tavsiye edecektir. Hayat denen rastlantılar yumağında yüzde elli çok önemli bir rakamdır ve hayat her şeye rağmen yaşamaya değer.

27.10.2010

25 Ekim 2010 Pazartesi

kedi ve yumak

Karmaşık, anlaşılmaz, başı sonu belli olmayan bir yün yumağını getirin gözünüzün önüne, birde güzle sağlıklı bir kedi yavrusu.

Yün yumağının mutlaka kendine has bir dengesi ve açılımı vardır ancak biz dışarıdan bakanlar için her şey karmaşık ve anlaşılmaz haldedir. En azından kafamızdaki büyük plana uymak yerine kendi kafasına göre bir denge bulmuştur yün yumağı.

Kedi yavrusu doğası gereği bu güzel, yumuşak, karmaşık oyuncağı kendi idmanı için güzel bir alternatif olarak görür,

Üzerine atlar, hırpalar, dişlerini, tırnaklarını geçirir, çekiştirir, olduğundan daha karmaşık bir şekilde öylesine tekrar ilgisini çekene kadar kendi halinde bırakır. Tam sıkıldı gidiyor dersiniz, döner bir kere daha yuvarlanmaya başlar örgü yumağı ile. Uykusu gelince, karnı acıkınca, bir nedenle oradan geçerken görene kadar darmadağın olmuş örgü yumağını ardında bırakır. Kendi hayatına döner.

İnsan ilişkileri de bir açıdan kedi yavrusu ile yumağın ilişkisi gibidir. Kendi halinde duran kendine has dengesi olan hayatlara, oyuna aç bir kedi yavrusu olarak dalarız, sıkılana kadar ya da başka bir yumak ilgimizi çekene kadar tüm enerjimizi o yumağı daha karmaşık daha dişimize göre yapabilmek için didinir dururuz.

Sıkıldığımızda, karnımız acıktığında ya da uykumuz geldiğinde o yumağı bırakırız. İlk aldığımızdan daha karmaşık daha başka bir şeydir o yumak. Yumak ne kadar canlı renklere sahip, ne kadar kırılgansa o kadar ilgimizi çeker. Yumağı son sınırına kadar deneriz.
Kedi yavrusunun yumakla olan ilişkisine benzer ailemizle, çevremizdekilerle olan ilişkimiz, Kedi yavrusundan farkımız içinde bulunduğumuz mekânın binlerce farklı renk de, yumakla dolu olmasıdır. Yumakların sabah işe giderken karşılaştığımız komşumuz, geçen gece yüksek sesle kavga eden yeni evli çift, ağlayan çocuk, annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız olması, içimizdeki yavru kedi ruhunu etkilemez.
Bizim için oynayıp vakit geçirilecek yumaklardır her biri. Her oyumuzdan sonra yumaklar biraz daha karışmış, biraz daha farklı kalır ortalıkta ve başka yavru kediler de bizim hayatımızla oynarlar. Bir bakış, bir söz, bir dokunuş, bir tercih bizleri daha farklı hayatlar içine sürükler. İlişkilerimiz anlam kazanır ya da üzüntü kaynağı olur
İçimizdeki yavru kedi büyümek bilmez bir türlü ve binlerce yavru kedinin kapalı kaldığı odada, binlerce yumakla oynamaya devan eder hayatı boyunca. Her seferinde biraz daha değişerek ve her seferinde arkasında dağılmış hayatlar bırakarak.
26.10.2010

24 Ekim 2010 Pazar

Sanat ve sanatçı üzerine

Yandaki resim insanlığın önemli kültür miraslarından birisinden alınmış bir detaydır. Asıl resim yapıldığı yıllardaki gelenek ve yaklaşıma uygun olarak ilk bakışta  basit bir resim gibi gözükmesine rağmen detaylarında çok önemli mesajlar içermektedir.

Kilise kurumunun sağladığı koruma karşılığında zamanının sanatçıları tarafından nerdeyse karın tokluğuna yapılan bu tür resimler dikkatli bakanlar için, aynı zamanda sanatçının bu durum karşısındaki isyanını da barındıran bir içerik taşımaktadır. Sanatçı kendine has üslubu ile içinde bulunduğu koşulları da yansıtmaktadır eserlerinde.

Küçük bir oda duvarını kaplayacak kadar büyük olan orijinal resmin içinde benim dikkatimi çeken kısım özellikle bu detaydır.

Bu detay ilk bakışta Tanrı'nın Âdem’e  hayat yada zeka kıvılcımını verdiği sahneyi canlandırmaktadır izleyicinin gözünde.

Bu kareye biraz dikkatle bakan bir göz bir süre sonra resmin genelindeki yoğunluk yüzünden fark edemediği detayları yakalamaya başlayacaktır.

Bu detayı daha iyi anlayabilmek için sol taraftaki elin  Tanrı'nın eli olduğunu kabul edelim, sağ taraftaki elde  Adem ’indir.  Birisinde biraz canı sıkkın, bir ifade vardır. Hani öylesine uzatılmış bir eldir. Pek umurunda değildir o büyük olay, olsa da olur olmasa da. Diğeri ise dokunmak üzere olmanın getirdiği heyecanı yansıtan bir eldir, ümit doludur, o noktaya ulaşmak için çok çaba harcamıştır. Nihayet sadece küçücük bir an sonra dileğine kavuşacaktır. "Adem", ademlikten çıkıp  Âdem olmak üzeredir.

Şimdi aynı resme bir kere daha bakalım, bu sefer sol taraftaki el Âdem in  sağ taraftaki el Tanrı'nın olsun.

Birisinde tedirgin bir ifade vardır, emin değildir doğru karar verdiğinden, son anda bile şüphe etmektedir. Sağ taraftaki el ise heyecanlı ve isteklidir. Her şeye rağmen karşısındakinin çekincelerini giderip onu ikna etmeye çalışan bir ifade vardır.

Aynı resim, aynı resimden bir küçük detay ve iki farklı bakış açısı. Sanatçının yaratıcılığının uç noktası. O andaki ruh halinize göre yorumlayabileceğiniz, iki farklı Dünya. Dini bir kisve verilmek istense de asıl eleştirilen ve anlatılmak istenen erk sahiplerinin tutumlarına karşı duyulan öfkenin dışa vurulmasıdır.

 Kilisenin zenginliğini ve muktedirliğini insanları ezmek sömürmek için kullanmasına getirilen bir eleştirinin, muhteşem bir akıl oyununun, halen varlığını sürdüren örneği.  

Bu resmi çizen sanatçı son derece zor koşullarda neredeyse sadece ekmek ve suyla beslenerek, her an işkenceden geçirilip öldürülme tehlikesi altında resmi  bir an önce bitirmeye çalışmıştır. Kulak misafiri olduğu konuşmalardan, kilisenin adamlarının topladığı ağır vergilerin nerelere gittiğini, kendilerine güvenen halkın onların gözünde nasıl bir hiç olduğunu bizzat izleyerek, duyarak şahit olmuştur. Belki de az ötede eğitimli eller tarafından acı çektirilen,  inancından şüphe edilen bir zavallının çığlıkları  yaptığı işe konsantre olmasını zorlaştırmıştır.

İsyanını bu şekilde sergilemeyi seçtiği için kendisine söyleyebileceğimiz herhangi bir şey yok. İyi ki öyle yapmış. Bir sanatçının aklının yaratıcılıkta ulaşabileceği noktalar güzel bir örnek vermiş.

 Sanattaki önemli gelişmeler toplumsal baskıları arttığı dönemlere rast gelmektedir. Avrupa’nın tarihini değiştiren Rönesans, insanların en ufak bir şüphede içeri atılıp dinsiz olarak yakıldığı süreçte ve ağır veba salgını etrafı kırıp geçirirken ortaya çıkmıştır.

Bu dönemde aynı zamanda haçlı seferlerinin uyandırdığı merakla Avrupa topraklarına ayak basan kavimler ortalığı kırıp geçirmiş, insanların inanç yüzünden birbirlerini boğazlamaları sıradan hale gelmiştir.

Sanat her şey yolundayken de ilerlemesini, yaratıcılığını korur ve sürdürür ancak toplumlar üzerinde bu kadar etkin olması  niteliği, işler yolundayken sanatçının bencilliğinin yanında önemini kaybeder.

Yukarıda bahsedilen resmin çizildiği dönemde koşullar o kadar zorluydu ki, sanatçı bencilliğini bir kenara bırakarak ortaya çıkardığı işle insanlık tarihine bir not bırakmıştır.

Sanat sanatçının bencilliği ile toplumsal duyarlılığın kalıcı bir ifadesinin elde edilmesi arasında gidip gelen bir mekik gibidir. Hiç birinde gereğinden fazla durmaz ancak değişen yüzüne ve eğilimlerine rağmen sürekli vardır. O ince hattın üzerinde bir yerlerde üretkenliğini sürdürmektedir.

Yaratıcılığın en önemli göstergesi olan" sanat" üretmeyi bıraktığı anda, mekik o ince hattın  üstünde oralarda bir  yerde kalır. Ya sürekli kendini taklit eder ya da üretkenliği yok olur. İşte bu nokta, toplumların duraklamanın da ötesinde çöküşe geçtikleri noktadır. 

25.10.2010

23 Ekim 2010 Cumartesi

Binayı yapıvermek

Binaların içinde hayata gözlerimizi açarız, besleniriz, oyunlar oynarız, büyürüz, evleniriz, sevişiriz, çocuklarımız olur, kavgalar edilir, sarhoş oluruz, yaşarız ve son nefesimizi veririz hatta bu yetmez öldükten sonra birde mezar yapar  bina içinde kalmaya devam ederiz.

Neticede farklı formatlarda düzenlenmiş dikdörtgensel bölümlerin bir araya gelmesi ile oluşmuş bu bir nevi kişisel kafeslerimiz hayatımızda her zaman için çok önemli bir yer tutar. Bu kişisel kafeslerimi hayatımızın başlangıcında herhangi bir tercih yapmadan paylaşırız, ailemizi seçme hakkımı yoktur. Zaman içinde tercihler yaparız, yaptığımız tercihler ile paylaşmaya devam ederiz. Alırız, satarız, çivi ile resim çakarız, oda ekleriz, oda çıkartırız, balkon kapatırız hayat çizgimizdeki değişikliklere uygun olarak binamızı değiştiririz. Bazen sırf hayatımızda değişiklik yapamadığımız için evimizi, evimizin içini değiştirir, kontrolümüz altında olmayan hayatımızı kontrol altına almış gibi yaparız.

Eskiden bina yapmak ciddi işti, farklı mesleklerden, farklı yetenekte ve farklı bilgiler ile donanmış insanlar bir araya gelir bir amaca yönelik olarak çalışırlardı. Binalar taştan yapılırdı, uygun taşlar taş ocaklarında seçilir, ustaca işlenir, ağaç kalıpların yardımı ile bir plana uygun olarak yerleştirildiklerinde bina ortaya çıkardı. Damı en son biraz iklime birazda keyfe uygun olarak işlenir bitirilirdi.

İçinde su boruları geçmediği için metrelerce kablo döşenmediği için, çok çeşitli alternatif malzeme olmadığı için, binaların her biri şeklen birbirine benzer ama inşa edenlerin ufak tefek dokunuşları ile kendilerine has karakterlerini kazanırlardı.


Bu süreç genellikle uzun sürdüğü için ustaların geçici yaşam alanları ile birlikte kendilerine has kültürleri de en azından inşaat tamamlanana kadar bir şekilde hayat bulurdu binanın çevresinde. Usta bina ilişkisi hiç bir şey olmasa damın aktarılması, yıkılan bahçe duvarının onarılması şeklinde ufak tefek işlerle, bina kullanıldığı sürece içinde yaşayanlar bulunduğu sürece devam ederdi.

Sonra sanayi devrimi daha çok insanı sınıf değiştirmeye zorlayınca, binaların karakteri de değişti, imkanlar artmasına olanaklar genişlemesine rağmen, binalar sıradanlaştı, standartlaştı, binayı inşa edenin önemi kalmadı, ruhsuz yapılar her yeri sardı.

İnşaat ustalarının kendine has gelenekleri kayboldu, kimse kimseyi tanımaz oldu. Binaların ömrü için 30 yıl uygun görüldü, kullanılan malzemeler doğaya uygun olmadığı için, yalan yanlış uygulandığı için gelecek kuşaklara en büyük güvencemiz olana binalarımız, kişisel ölüm makinelerimiz haline geldi. Depremde hemen yıkıldılar, yangın çıktı, elektrik çarptı ve asbestli borulardan gelen zehirli suları içtik. Bizleri koruması, kollaması gereken binalarımız artık kendi elimizle kazdığımız mezarlarımız haline geldi.

Devletlerde binalar ile benzer bir öyküye sahiptir. Farklı ustalıkta, farklı konulara hakim bir gurup insanın uyum içinde kendi kültürlerini aktararak yaşam felsefelerini aktardıkları, sınırları özenle çizilmiş sınırları ustaca belirlenmiş binalardır devletler ve gelecek kuşakların güvencesidir.

İnce hesaplarla yapılan planları devir değişti, şuraya oda ekleyelim, bu sütunu yerinden çıkartalım, damını tenekeden yapalım, orijinal kiremitlerini satalım, diyerek hoyratça değiştirirseniz o gelecek kuşakların güvencesi olması gereken bina, sessiz tuzaklarla dolu, yaşamın tesadüflere bağlı olduğu, sarsak, her an yıkılacakmış hissi veren, bırakın yüzyıllık yaşamı, on bilemedin on beş senelik ömrü olan, sanayi devriminin ucubesine döner.

Kendine  has dokusu kayboldu mu artık o başka bir şeydir ve artık hiç hoş değildir.

24.10.2010
Bu pazar ilginç bir jazz albümünü paylaşmak istiyorum sizlerle  önemli caz ustalarının çalışmalarından yapılmış bir derleme

  • http://rapidshare.com/#!download|20|341490988|Bar_Jazz_Volume_1-2CD-2009.rar|173278


  • keyifli dinlemeler

    22 Ekim 2010 Cuma

    Gelecek zamanda yaşamak

    Tam yüzyıl öncesine ait bir fotoğraf bu, nerede çekilmiş buna dair bir not yok üzerinde ama kimlere ait olduğunu biliyorum.

    Ailemizin atalarından olan bu insanların bu fotoğraf çekildiğinde 40 lı yaşların sonunda olduklarını tahmin ediyorum. 

    Beyefendi mutlu, doğru bir iş yaptığından emin, birazda muzip bir ifadesi var, hanımefendi biraz bıkkın bir havada, eşinin hatırına çektirmiş bu fotoğrafı belli. O sırada belki de gereksiz bir harcama diye aklından geçiriyordu yâda aklı hasta çocuğundaydı kim bilir.

    Her ikisinde bilmediği şey muhtemelen aniden aldıkları bir kararla çektirdikleri fotoğrafın 100 yıl sonra torunlarından birinin eline geçeceğiydi.

    Onlar için ne ocakta unutulan yemeğin, ne aralarındaki küçük şakanın ne de içinde bulundukları sıkıntılı ortamın bir önemi yok artık. Kendilerine boş verilen defteri diledikleri gibi doldurdular. Zamanı gelince son nokta konuldu yazdıklarına. Acısıyla tatlısıyla bir ömür yaşandı bitti.

    Elimde onlardan kalan birkaç fotoğraf dışında bir şey yok. Aynadaki görüntümü biraz dikkatle inceleyenince birçok benzerlik fark ediyorum dedemle. Demek ki yaşamın tüm kendine has döngüsüne rağmen, gelecek kuşaklara genlerimiz vasıtası ile farkında olmadığımız birçok şey bırakabiliyoruz.

    Hayatında yılanla karşılaşmamış bir kimsenin yılan korkusu, atalarının ona genetik bir mirası pekâlâ olabilir. Kim bilir aynı muzip ifade bende de oluyordur bazen. Dedem genetik mirası dışında bir şekilde geleceğe bir iz bırakmayı başarabilmiş, gelecekte asla görmediği torunun bir gün kendi fotoğrafına bakıp düşüncelere dalmasını, geçmişten kendine bir ders çıkarmasını sağlamış.

     Dedem o kısıtlı imkânlar içinde bir farklılık yaratmayı başardığı için gelecekte yaşamayı bilen bir insandı benim için. Klasik yaklaşım, hadi bizde bir şeyler bırakalım ölümümüzden sonra torunlarımız bizi ansındır. Hatta bu bizlerin aklına gelmese bile evlatlarımız bizler için birer mezar yaparlar. Hiçbir şey yapmasak bile üzerinde isimlerimiz yazılı mermer bir mezar başlığı garantidir.

    Ancak bu klasik yaklaşımın dışına çıkamazsam dedemin bana bıraktığı mirası tam anlayamamış olacağım korkarım. Dedem o fotoğrafı çektirirken ölümü aklına getirmemişti yalnızca kendi yarınları için bir şeyler yapmak istemişti. Hoş bir anıyı o zamanın teknolojisinin nimetleri ile yakalayıp sabitlemek istemişti.

    Dedemin demek istediği, geleceği yaşamak için beklemeyiz, hemen bu gün yaşamaya başlayın, attığınız her adımın, söylediğiniz her sözün sizin hayallerinizin ötesinde sonuçları olabileceğini sakın unutmayın.

    Dün şöyle bir gazete haberlerini karıştırdım, bizler nasıl bir gelecekte yaşıyoruz diye. Gördüğüm manzarada dedemin muzip bakışları yoktu.

    23.10.2010

    21 Ekim 2010 Perşembe

    Büyük adamlar

    Büyük adamdı Louis Armstrong.

    Yaşamayı severdi, hayattan zevk almak arzusuyla yanıp tutuşurdu, zorlu geçen çocukluğu, sıkıntılı gençliği, bunalımlı orta yaş dönümü hepsi ama hepsi bir araya gelse onun için bir "penny "etmezdi.

    Hayatın gözünün içine gülerek bakmayı adet edinmişti. Sigara dumanı dolu barlarda soluduğu zehirli hava normal bir insan için zaten öldürücü iken birde büyük nefes tekniği gerektiren enstrümanını ustalıkla çalabilmek için harcadığı çaba ölümünü çabuklaştırdı , uzun yıllar etkisinde kaldığı kötü koşulların desteği ile de akciğer kanserinden oldu.

    Deforme olmuş devasa birer körük haline gelmiş yanaklarını şişirip gözlerini devirerek sergilediği hünerleri kendisini izleyen herkes için olağanüstü güzeldi.

    Sahnede bulunduğu sürece tüm ırk ayırımı ile ilgili kanun ve kurallar geride bırakılır normalde birçok "renkli Amerikan vatandaşının " başını derde sokacak şeyler onun hatırına görmemezlikten gelinirdi.

     Siyah, beyaz ve siyah  beyaz renk arasındaki bütün tonlarda deri renkleri olan insanların hepsinin sevgisini ve saygısını kazanmıştı.

    Büyük adamdı, birçok genç Afrika asıllı Amerika'lıya örnek oldu hayata bakışı ile. Bunalımlı günlerde müziğini yapmayı hiç ihmal etmedi. Ruhunu üflemek(blowing with his soul) kavramını kazandırdı.

    Üstlendiği işi ruhu ile yapardı, tam bir adanmışlıkla, kendinden geçercesine ama ne yaptığının tam farkında olarak.

    Vietnam savaşından morali bozuk çıkan topluma moral kazandırmak için büyük bir ustalıkla hazırlanan albümü seslendirirken de ruhunu üfledi. İlginç ses renginin getirdiği çekicilikle insanlar şarkısının sözlerini büyük bir hevesle dinlediler, Dünyanın ne kadar güzel olduğunu, dostluğun önemini, iyi yaşanmış bir hayatın değerini anlattı kendini dinleyenlere. Sesine kulak verenler bir an şüphe etmediler samimiyetinden.  

    Nispeten kısa sayılacak yaşamında sadece ve sadece kendi ile ilgili mükemmeli ararken hırslandı. Kimseyle kavga etmedi, sadece ve sadece işini yaptı. Tam yaptı, eksiksiz yaptı.

    Öldüğünde bütün ülke yasa büründü cenazesinde siyah beyaz bütün sevenleri bir aradaydı, O günün anısına bir büyük adamı son yolculuğuna uğurlarken beyazlar öne zenciler arka sıralara kuralı uygulanmadı. Son nefesinde yüzyıllar süren ayırımcılığı ortadan kaldırabilmişti. Çünkü onun samimiyeti ve hayata karşı muhteşem duruşu tüm önyargılardan ve kesin kabullerden daha güçlü bir birleştiriciydi.

    Büyük adam olmak için devlet memuru, asker, bürokrat, müdür, genel müdür, başbakan, cumhurbaşkanı olmanın gerekmediğini, işini tam bir adanmışlıkla yaparak da büyük bir adam olunabileceğini gösterdi herkese. Irk ayırımının duvarların yıkarken hiçbir zaman o ırkın ya da bu ırkın tarafını tutmadı, hiçbir zaman radikal söylemlerde bulunmadı, aşırılıklara kapılmadı, kimseyi tahrik etmedi, ağzının payını vermedi, bizimkiler, sizinkiler ayırımını yapmadı sadece işini iyi yapan bir adam olmayı denedi ve başardı. Yıkan değil yapan, bölen değil birleştiren olarak tarihe geçti.

    Büyük adamdı ….

    .
    22.10.2010

    20 Ekim 2010 Çarşamba

    Bir küçük öykü üzerine

    
    Olimpos Dağı 2010  
     Resimdeki dağ  "Olimpos"  dağı. Sahilin bittiği yerde dağ ile kara birleşiyor mu bilemiyorum ama bildiğim fazla yüksek olmamasına rağmen çok görkemli ve başı hep dumanlı bir dağ. etkilenmemek imkansız.

    Ama asıl etkileyiciliği görselliği değil," Olimpus" adını almasının sebebi. Dağın adı "Olimpus" çünkü, hemen yakında coğrafi konumu nedeni ile düşmanca saldırılardan korunan koloninin asırlar boyunca süren varlığının en önemli izlerini taşıyor,. Bu dağa, zirveden başlayarak eteklere kadar uzanan bölgeye o koloninin kendine göre önemli insanlarının mezarları yerleştirilmiş. gladyatörler, tüccarlar, soylular,kahramanlar hepsi bir arada ölüm tarihlerine göre sıralanmış vaziyette yatıyorlar.

    Hepsi de kendi küçük öyküleri içinde farklılık yaratmayı tercih ettikleri için kendi halkları tarafından onurlandırılmışlar. Daha çok gelecek kuşaklara ne kadar önemli işler başarıldığına dair bir delil, toplumsal bir hafıza. O dağı gören her kes atalarının yaptıkları karşısında kendini bir şeyler yapmak zorunda hissediyor. Öyle hissetmemesi de imkânsız.

    Antik uygarlıklarda, önemli işler başaran insanlar yarı-tanrı kabul edilirdi çünkü kendileri ile birlikte ait oldukları toplumun kaderini de değiştirmeyi başarmışlardı. Onun için ölümüz tanrılara yakın olmalarını sağlamak amacı ile yüksek tepelere gömülürdü bu cesur insanlar. Yaptıkları işin önemini vurgulamak için diğerlerinden ayrılırlar el üstünde tutulurlar toplumsal hafızanın bir tür geleceğin teminatı olması sağlanırdı.

    Aynı toprakları ve aynı havayı paylaşmamızı rağmen, hepimizin damarlarında daha önce bu topraklarda yaşayan insanların kanları dolaşmasına rağmen, kendi Olimpus dağımızın yolunu kaybetmemiş olmamız inanılmaz bir hoyratlık örneği gibi geliyor bana.

    Kendi küçük öykümüzü, değiştirmeye, farklılık yaratmaya sadece kendimiz için değil ama herkes için bir şeyler yapmaya başlayacak cesaretimiz var mı? Yoksa kendi kabuğumuz çekilip ömrümüzün tamamlanmasını sabırla ümit edeceğiz?

    Bize karşı yapılan ve bizim yaptığımız hatalar birer pranga olarak bizlerle beraber gittiğimiz her yerde ruhumuzu sıkacak mı? Yoksa onları birer olması gereken tecrübe kabul edip ruhumuzu ferahlatacak bir yer bulmak üzere uzun yürüyüşümüze devam mı edeceğiz?

     Bu sorular dönüp dolaşırken birden aklıma sorunun kaynağına dair bir tespit geldi. bu tespiti en güzel başka soru cümlecikleri ile açıklayabileceğim.

    Geçmişte bunu başarmış kahramanlarımız nerede? Hangi görünmeyen bilinmeyen Olimpus dağında yatıyorlar? Bırakın yüzyıllar evvelini, 90 yıl önceden bu güne geçen süreç de bunu başaranlarımız nerede şu anda? Bileniniz var mı?

    Toplumsal hafızası olmayan toplumlar başkalarının hafızası ile yaşamaya mahkumdur.

    21.10.2010
    İstanbul