11 Aralık 2010 Cumartesi

Kaybolmak üzerine

Bilmediğiniz bir yere gittiğinizde en büyük yardımcınız GPRS cihazları oldu artık, Fiyatları son derece makul, kullanımı kolay, önce bulunduğunuz yerin yatay ve dikey koordinatlarını tespit ediyor, deniz seviyesine göre yüksekliğinizi ölçüyor.Böylece en azından matematiksel bir şekilde kaybolmaktan kurtulmuş oluyorsunuz. Ekranda görünen rakamları bir arkadaşınıza söylerseniz ve onun da benzer bir aleti varsa işler kolay. Arkadaşınızın tek yapması gereken iş kendi cihazının ekranında sizin ona verdiğiniz değerleri görene kadar ilerlemek.
Tabii artık iş bu kadar karmaşık değil! Bir de harita yüklemişler böylece harita üzerinde nerede olduğunuzu görebiliyorsunuz, sonra hastaneleri, benzincileri, okulları, alışveriş merkezlerini de yüklemişler bir basıyorsunuz düğmeye, en yakındaki hastaneden başlayarak hepsi önünüze geliyor mesela. Sonra, gitmek istediğiniz adresi giriyorsunuz, yaya veya araçlı oluşunuza göre gitmek istediğiniz yere götürüyor sizi.
Teknoloji gerekli mi değil mi sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri bence bu cihaz. Çevrenizdeki her şeyden haberiniz oluyor ve tercihlerinizi elinizdeki bilginin zenginliğine göre yapabiliyorsunuz. Cihazınızın pilleri dolu olduğu sürece kaybolmanız mümkün değil, Yüreğinizin dilediği, ciğerinizin yettiği her yere gidebilirisiniz.
19. yüzyıla kadar hayatının herhangi bir anında nerede olduğunu, kim olduğunu, nereye gittiğini, neden öyle bir seçeneği tercih ettiğini anlamak için insanların elinde fazla bir referans yoktu. Belki birkaç kitap, belki bir dini yayınlar birde yaşlılar, ekeler ve akşam aile toplantılarında anlatılan hikâyeler vardı. O şartlar içinde dahi birçok inanılmaz iş başarılmıştı çünkü insan ruhu sonsuz merakı ve doymak bilmez macera tutkusu ile elindeki kısıtlı imkânları sonuna kadar kullanmaktan kaçınmıyordu.
Netice de bu tutkusunun bir sonucu olarak ortaya çıkan eksi ve artı kutuplara hükmetme ve dilediğinin kutbunun değiştirme olanağı, inanılmaz imkânları da beraberinde getirdi. Her zamanki acımasızlığı ile bu imkanları önce neslinin soyunu kurutmak amacı ile kullanan insanoğlu, daha yeni ve ileri şeyler keşfettikçe eski kabul ettiği teknolojileri sizin, benim gibi sıradan insanların emrine sunmakta bir sakınca görmedi.
Bu gün elimizin altında binlerce teknolojik yardımcı olmasına ve bütün bu teknolojik nimetler esasında hayatı daha iyi anlamamız ve yolumuzu kaybetmememiz için kullanımımıza sunulmuş olmasına rağmen (iyi niyetli oldukları kabulü ile), insanoğlu bugün her zamankinden daha duyarsız, daha niteliksiz olmayı tercih etti. Kendi açısından oldukça haklı ve mazur görülebilir bir durum. Bundan çok değil 50 yıl evvel gazetelerden okuduğumuz savaşları artık evimizde televizyon başında mısır patlağı yerken birebir seyredebiliyoruz canlı yayında, yada sel baskınında hayatını kurtarmaya çalışanların umutsuz çabasını veya depremin görüntülerini ekranlarımızda ileri geri oynatarak defalarca izleyebiliyoruz, cinayetler, darplar, dönen dolaplar,atılan kazıklar, hileler, hurdalar, dolandırıcılıklar,göz göre göre söylenilen yalanlar, hepsi ve daha fazlası teknolojinin bütün nimetleri ile kulaklarımızdan beynimiz akıyor.
Bunun doğal sonucu olarak insanoğlu en iyi bildiği savunma cihazını hemen devreye sokmaktan başka çare bulamıyor. Kalkanlar kapanıyor ve soğuk, ilgisiz, duyarsız insanlar olmayı tercih ediyoruz. Soğuk, ilgisiz, duyarsız, adam öldürmenin, adam dövmenin, hırpalamanın, dolap çevirmenin, kazık atmanın normal olduğunu düşünen bir nesil yetişiyor önümüzde ve yarınlarımızı onlara emanet ediyoruz.
 1970 lerde gündeme gelen Dallas dizisini izleyerek yetişen çocuklar, bu günkü dizi bombardımanının izleyen çocukların yanında aldıkları tüm hatalı kararlara ve sebep oldukları sıkıntılar karşı yine de masum kalıyorlar.
İş, ev, okul çemberi içinde kaybolmuş ruhların, ilgisizliği ve çaresizliği, gittikçe daha çok günlük hayatımızı etkilemekte. Ancak her şeye rağmen, öncelikle cevabının bulunması gereken bir soru var. Esasında bu sorunun cevabı her sabah yüzümüzü yıkarken önünde durduğumuz aynada gördüğümüz gözlerin derinliklerinde gizli ve sadece cesaretle konunun üzerine gidilmesini bekliyor.
Biz nerdeyiz, hayatın içindeki yerimiz neresi, kişiliğimize, birikimimize geçen her gün, her an neler ekleyebiliyoruz, denizden yüksekliğimiz ne? Nereye gidiyoruz, hedefimiz ne, ileriye doğru gidebiliyor muyuz? Yoksa hal aynı yerde miyiz? Çevremizin ve çevremizdekilerin ne kadar farkındayız?
Kendinize bir teknolojik harika aldığınız farz edin.
Bu harika, size farkında olduğunuz andan itibaren kendinizde yarattığınız değişimleri göstererek sığ insanlara göre olan yüksekliğinizi gösterecektir. Aynı şekilde hala içinize kapanıp olduğunuz yerde kalmadıysanız attığınız adımların sizi götüreceği yönü gösterecektir ve bu cihazın, alış veriş merkezlerini, sinemaları değil de, çevrenizde sizi seven ve sizin ihmal ettiğiniz kişileri ve yardımınıza ihtiyaç duyan muhtaçları gösterecektir.
Ne güzle olurdu değil mi?
Hayatımız bir anlam kazanırdı.
Aslında galiba vicdan dedikleri şey bu ….
Adelaide 2010

2 Aralık 2010 Perşembe

suyun kenarı

Suyun kenarı;
Çölün ortasında 55 derece sıcaklıktan uzun süre yürüdükten sonra tam susuzluk beyninize vurmuşken, aniden karşınıza etrafı yeşilliklerle çevreli bir su birikintisi çıksa ne yaparsınız? Genel eğilim içebildiğiniz kadar su içip birde suyun içine girip geçirdiğiniz zor günlerin tozundan toprağından kurtulmaktır.  
Netice diyare ile kurumuş bir vücut, yüksek ateş, muhtemel av hayvanlarının bir daha uzun süre oraya uğramaması olacaktır.
Çöl insanlarının yaklaşımı ise, önce av hayvanlarının kullandığı yolları tespit edip oraları kullanmadan suya yaklaşmak, yeteri kadar yaklaşınca nemli olduğu için nispeten daha kolay bir şekilde suyun kenarında ufak bir çukur açıp beklemek olacaktır. Kısa bir süre sonra bileşik kaplar teorisine göre kum tarafından süzülmüş, muhtemelen mikroplardan arınmış su açılan yeni çukurun içinde ana su birikintisinin hizasına gelen kadar yükselerek bir küçük temiz su havuzcuğu oluşturacaktır. Çöl adamı buradan temiz su ile susuzluğunu giderdikten sonra çukuru tekrar kapatacak ve geldiği gibi uzaklaşacaktır.
Böylece kendinden sonra gelenlerde temiz su ve eğer açlarsa avlanacak hayvan bulabilecekleri su rezervini kolayca ve kullanılabilir şekilde bulacaklardır.
Bu gün birçok şehrimizin çevresini nasıl harap ederek büyüdüğünü görmek için birkaç yıllık uydu fotoğraflarını karşılaştırmak yeterlidir. Birkaç sene öncesine kadar, yeşil olan su havzaları artık çevresi villalar ya da sanayi tesisleri ile kaplı suyun içinde debelenip kirinden pasından kurtulmaya çalışan insanın yapacağı tahribatın çok daha fazlası ile karşı karşıyadır.
  Çöl adamı, yalnızlığın içinde bir başka çöl adamı ile karşılaştığında da aynı yolu kullanmaktadır. Önce, belirli bir mesafede durmakta ve rahatsız etmeyecek bir şekilde bir süre kalmak için gerekli düzenlemeleri yapmaktadır. Sonra diğer çöl adamının geçtiği yolları taciz etmeden daha yakın ama onu  rahatsız etmeyecek bir yere bir başka kamp yeri daha kurmakta ve bir küçük hediye bırakmaktadır. Karşılıklı hediye alışverişi gerçekleşirse asla birbirlerini rahatsız etmeyecek şekilde bir süre aynı bölgeyi paylaşmaktadırlar.   Dünya herkese ait olduğu için paylaşamadıkları bir şey yoktur. Birbirlerinden ayrılırlarsa bunun nedeni yoğun bir anlaşmazlık değil sadece o bölgenin kendini peşlerinden gelecekleri hazırlayabilmesi için bir fırsat vermektir.  Genellikle bırakıp giden daha genç ve daha güçlü olandır. Çünkü onun hayatını yeniden kurma olasılığı çok yüksektir.
İnsan ilişkileri de çölde karşılaştığımız vahaya benzer, zor bulanan iyi arkadaşları, samimi ve içten davranışları susuzluğumuzun verdiği hoyratlığımızla nasıl da dağıtır, parçalar ve kullanılmaz hale getiririz.
Karşımızdakinin özel yaşamını saygı göstererek, aynı mekânı paylaşmayı öğrenmek, bize verilen değeri karşılıksız bırakmamak ve dünyada yalnız olmadığımızın her zaman bilincinde olmak niye bu kadar zordur?
 Daha da önemlisi gelecek kuşaklara bırakacağımız örnekleri oluşturmak için neden yeterince gayret sarf etmiyoruz? Oğlumuzun yâda kızımızın kendilerine örnek alacakları yaşam tarzları bizlerin şu anki yaklaşımından farklı olabilir mi? Onlarda gözlemlediğimiz, yüzeysel ilişkilerin, marka düşkünlüğünün, sorumsuzluğunun,  plansızlığın, neşeli kahkahaların arkasındaki yalnızlığın sebebi sadece değişen eğitim sistemi, televizyon dizilerindeki saçmalıklar ve yoğun iş tempomuz nedeni ile onlarla yeterince ilgilemememiz mi   yoksa  bizlerde her gün gördükleri maskelerimizin arkasındaki boşluğu anlayacak kadar bizlere yakın olmaları mı?
 Günlük, dakikalık, anlık yaşamanın en güzel örneklerini verirken yarınlara bırakacağımız miras, hiçlikten öte ne olabilir?
Adelaide  2010

30 Kasım 2010 Salı

Üçden fazlasına dair.

Üç’ten fazlası,
Neden sahip olduklarımızı sınıflandırırken onlu bir sistem kullanırız sorusunun cevabı pek çok şekilde verilebilir. İlk akla gelen cevap çünkü ellerimizde beşerden on parmak vardır.
Hakikaten on parmağımızla pek çok şeyi sınıflandırabiliriz. Ancak Matematikte ve hayatın anlam kazanmasında yardımcı olan zamanın hesaplanmasında ise genel hatları ile  altmışlı sınıflandırma kullanılmaktadır.
Beş, on, on iki ya da altmışlı sınıflandırma sisteminin neden seçildiği sorusunun teknik bir cevabı varsa da sıradan bir insan bu konuların üzerinde durmaya bile gerek duymadan, sadece kendisine öğretildiği gibi sınıflandırmalar, gruplandırmalar yapmaya devam edecektir hayatı boyunca.
Kültürel gelişmişlik arttıkça zaten kendiliğinde beşin, onun, on ikinin, altmışın, yüzün, binin katları yetmez olacak ve neticede milyonlara dayalı sınıflandırma kullanmaya başlayacaktır.
 Alışveriş yerlerinde milyonuncu müşteri, üretilen milyonuncu buzdolabı, mahallemizin ilk milyoneri hayallerimizin ulaşabileceği noktaların sınırlarını hayatımız boyunca büyük bir kesinlikle çizecektir.
Oysa beşten ona, ondan, on ikiye, on ikiden altmışa geçtiğimizde beşler, onlar ve on ikiler anlamını yitirecek sadece tamamlanması gereken skorlar haline gelecektir. Daha dün beş parmağımızla koca bir evreni anlamaya çalışırken bugün her an milyonların bile yetmediğini anlama tehlikesi içinde yaşamımızı ve yaşamımızdaki bizce önemli şeyleri anlamaya çalışıyor olacağız.
  Bu gün medeniyetlerinin yani kendilerini ifade etme ve izlerini gelecek kuşaklara bırakma arzusunun Yirmi bin yıldır var olduğunu öğrendiğim bir topluluğun yirmi bin yıldır değişmeyen dilleri ile tanışma fırsatım oldu.
 İnsanın yaşayamayacağını kolaylıkla kabul edebileceğiniz şartlarda yaşamlarını sürdüren bu insanların konuştukları, deneyimlerini aktardıkları duygularını ifade ettikleri dilleri halen yaşayan en eski dillerden birisi.
Bu insanların matematikleri sadece dört tanım üzerine kurulu, benin karşılığı bir, senin karşılığı iki, onun karşılığı üç ve sonra her şey demek olan dört geliyor. Ben sen o ve diğer her şey. Hanları hamamları istifleyecek altınları olmadığı için hayatlarında sadece bu dört tanım var. Ben, sen, o ve diğer her şey, bütün bir evreni anlamak, hayatın manasını keşfet ve insan olarak yaşamak için gereken her şey bu dört tanımda gizli. Ne bir eksik ne bir fazla. Sadece, olan, süre giden durumun bilgece bir analizinin bir hayat biçimi halinde ifadesi.
Dört kavramla onların başaramadığı şeyi anlamamız için kaç Gigabyte gerekecek acaba? aç milyonliralık arabaya binince, bankada kaç milyonlarımız olunca, kaç milyonlirayı bir kerede harcayınca ve daha kaç milyon nefes alınca anlayabileceğiz ve kendimize yeni bir yaşam biçimi yaratabaileceğiz? 
"Her şey süresince elde edilmiş bilgeliğin benim, senin ve onun için anlamı diğer her şeyde"
Adelaide 2010

14 Kasım 2010 Pazar

Zebranın ölümü

Kurak dönemden önce, son yağmurların beklentisi içinde ki Zebra sürüsü, uzun zamandan beri etrafında dolaştıkları su birikintisinin kıyılarında her zamanki yerlerini almışlardı. Gittikçe küçülen su birikintisi çevrede kendisi kadar büyük olmayan diğer su birikintilerin kurumaya yüz tutması nedeni ile her gün daha çok hayvan için yaşam merkezi haline geliyordu.
Kalabalık Zebra sürüsündeki Zebralar gittikçe daha küçük bir su birikintisini paylaşmak zorunda oldukları için sinirli ve saldırgan bir havaya bürünmüşlerdi. Zaman zaman küçük diş atmalar şeklinde başlayan sataşmaların zamanı geldiğinde can yakacağı belliydi.
Nitekim beklenenin olması için çok zaman geçmesi gerekmedi. Zaten sıkışık durumda olmaktan rahatsız olan  zebralardan biri aniden çifteler atmaya başladı. Huysuzlanan  Zebra neden çifte attığını biliyordu ama nereye attığını bilmiyordu.

Sadece öylesine umarsızca, dikkat etmeden, bir şey olur mu kaygısı duymadan çiftelemeye devam etti.

Çiftelerinden birisi o kalabalığın içinde sinirli Zebranın  hemen arkasındaki hayvanın başına geldi, darbeyi hiç beklemeyen ve sersemleyen Zebra zamanında kaçamadı  arda arda gelen darbelerle hemen oracıkta can verdi.
Diğer Zebralar bu" gereksiz "ölümle "gereğinden" fazla ilgilenmediler ve suyla işleri bitince durup dururken aldığı darbelerle ölen hayvanın cesedini leş yiyicilere bırakarak güneş doğunca tekrar gelmek üzere uzaklaştılar su kaynağından.
Bu görüntüleri çeken ve anlamsız şiddetin yıkıcılığını evlerimizdeki aptal kutusunun ekranına getiren kameraman “durumu fark ettiğimde çok geçti ve müdahale etmek yerine kendimi duygularımdan arındırıp görüntüyü çekmeye devam ettim "diye açıkladı içinde bulunduğu ruh halini.
Gittikçe zorlaşan hayat koşulları içinde hissettiğimiz ani öfke patlamaları ile darbeler indirdiğimiz, kalbini kırdığımız insanlar geldi gözümün önüne. Başkaları için sebepsizmiş gibi gözüken davranışlarımızın arka planında yatan çaresizliğimize karşı duyduğumuz öfkenin yansıması olan bu tür olaylar modern Dünya’nın günlük düzeni içinde her an karşımıza çıkabilmektedir.

 Darbeyi indiren darbenin öldürücülüğü konusunda bir fikre sahip değildir, darbeyi yiyen neden bu darbeyi hak ettiğini bilememektedir. Dişlerimizi geçirdiğimiz,iğneli sözlerle aşağıladığımız, görmezden gelmekle tehdit ettiğimiz insanlar arasında kendimize yer kapmak için göze aldığımız sınır biraz yukarıdaki Zebra nın sorumsuzluğu ile orantılı olabilir mi?

Tinerciler tarafından öldürülen, çakmak gazı çekereken,patlamada yaralanan, 0niki yaşında iki servis arasında bir sigara içen, sebepli yada sebepsiz yere ölen, öldürülen, intahar eden, işsiz, hasta, yaşlı, bakıma muhtaç insanlara karşı, ilgimiz yada ilgisizliğimiz ertesi gün güneş doğarken su kaynağına dönmek üzere uzaklaşan Zebralardan daha mı farklı?
Neticede darbeyi yiyeni yattığı yerde bırakıp evimize giderken, birçoğumuz o kameraman gibi duygularımızı karıştırmadan izlemeyi tercih etmekteyiz ve her gün daha çok Zebra ummadığı darbelerle can verirken, bizler gönüllerimiz rahat evlerimizde oturup aptal kutusundaki evet hayır oyununu izlemekteyiz. Başkalarının hayatını dizilerden izlemekten, hayatın içindeki başkalarını umursamaz olduk.   
15.11.2010

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yerli malı

Yerli malı haftası ile tanışmam ilkokul yıllarına kadar uzanır. iki üç masa birleştirilir ve üzerine yerleştirlen kırmızı örtünün müsait olan yerlerine ama yine de kendine has bir düzen içinde ve örtünün lekelerinin görülmemesini sağlayacak şekilde fındık fıstık,incir,nohut dizilirdi. O zamanlar Türkiye cumhuriyeti tarıım alanında kendi kendine yeten dünya üzerindeki bir kaç ülkeden biriydi.

İnsan nüfusumuz kadar hayvan nüfusumuz vardı .

Köyde hasat mevsimi geldiğinde tarlalara çalışmaya giden öğrencilere izin verilirdi. Hatta Köy okulları ayrı tarihte,şehir okulları ayrı tarihte tatil olurdu.Yani tarım ve onun gerekleri henüz hayatımızın önemli bir parçasıydı.

1970 lerde, Amerikan malı süttozundan yapılan sütler, fırında pişirilmiş çeyrek ekmeklerle dağıtılmaya başlandı okullarda. Süttozunun tadı güzel miydi hatırlamıyorum ama "Süt" olmadığı kesindi. Hayatını tarıma göre ayarlamaya başarmış bir memlekette tarıma ilk önemli darbe o günlerde  indiriliyordu.

Saatli marif takviminde çok önce, tarım takvimi bilinirdi. Anneanem, bu gün fırtına var dediğinde o gün kesin fırtına olurdu, Yalancı baharlar,sert kışlar birbirini izler ama saatli marif takviminin arkasındaki notlar her zaman büyük bir kesinlikle  hangi fırtanın hangi gün olacağını bilirdi.

Sümerbankın sağlam ama kaba görünüşlü ayakkabıları, eski teknoloji ile yapılmış paha biçilmez güzellikteki kumaşları vardı.Milli piyango biletleri çekmece diplerinde saklanırdı ve üzerlerinde  mutlaka yerli malı haftasına özel desenler olurdu.

Sonra herşey birden değişti, Keçilerimiz,topraktaki bitki örtüsünü katlediyordu, ineklerimiz verimsiz ve kalitesizdi, bol gübre,kısır dönemlik tohumlardaha iyiydi. Zaten seralar her türlü tarımı daha hızlı ve daha güzel yapıyordu. Bire on veren tohumlar yerine bire bin veren kısır tohumlar her yeri sardı. Planlı tarımdan , plansız tarıma geçildi.

 Köyde yaşamak normal bir şey değildi ve artık herşey pazarlarda bulunuyordu.

Ben büyüdüm ve yerli malları kayboldu.

Bir fabrikada çalışırken açılan ihaleye katıldığımızda ille Alman malı olaması gerektiği söylenerek, teklifimiz rededildi. Alman firması bir hafta sonra bizden istedi üretimi yapmamızı.

Türkiyede Türk vatandaşları  tarafından yapılan yedek parçalar, Alman firmasının paketi ile ihale sahibi kamu kuruluşuna teslim edildi.  Nitekim altı yıl sonra o fabrikanın sahibi artık bir Alman firmasıydı. Dünyanın dört bir yanına gönderilen yüksek kaliteli ürünler, bir Alman firması tarafından Türkiyede ürettilen malzemelerdi.

Küresel pazarlara girmek, uluslararası olmak, dünyanın dört bir yanına Türkiyede üretilen ürünler göndermek çok güzel ama ben çocukluğumun, gururlu günlerini özledim. O zamanlar, köyde yaşamak, tarımla uğraşmak, hayvan yetişitirme ve hatta , yerli mallı deyince Sümerbankın akla gelmesi ayıp değildi. Elimizde onlar vardı ve biz onların kıymetini biliyorduk.

Gururumuzu, çin malları ile değiştirmeyi terch ettik, yaptığımız güzel işleri yabancı markalar ile pazarladık. Dükkanların adları bir acaip oldu.  Hepsi bir ömrün çeyreğinde gerçekleşti.

Bu gün yerli malı haftasına katılan çocuklar, kızılderililerin haftasını kutladıkları zannediyorlar.

11 Kasım 2010 Perşembe

Vasiyet

Kalbini kırdığım küçük kız,
Bakkal Mustafa amca,
Karşı köşedeki berberin çırağı,
Şu otobüsün şöförü,
Çöpü karıştıran pireli kedi,
Sarı renkli çimenler,
Boş ayran kabı,
Salonun köşesindeki aptal kutusu,
 Alacak verecek hesabımız tamam mı?

Biraderlerim,kardeşlerim,
Can dostum, tamam mıyız?
Kütüphanemde kalan kitabını almayan var mı?
Son kadeh tokuşturuldu mu?
Galatasarayın hocasını,
memleketin durumunu andık mı?

Ya sen güzel annem ,suskun babam,
tatlı kızım,canım oğlum, alacağımız vereceğimiz tamam mı?
Konuşulmayan paylaşılmayan bir şey kaldı mı?
Kızgınlığınız geçti mi?üzüntünüz bitti mi?
Halinizden memnunmusunuz?
Sevildiğinizi biliyormusunuz?

Canımın içi,yoldaşım,
aşkım, bir tanem
Yoruldum artık.
sıkıldım.
Hesap tamamsa,
bana Müsade.

Yeni bir gün doğmakta,
çekelim çizgiyi,
birde çarpı işareti.
Boş sayfayı doldurmaya
hayata çalım atmaya,
yaşamaya,paylaşmaya .
Her gece,
Hesabı tamam eyleyip,
her sabah yeniden başlamaya devam

12.11.2010

10 Kasım 2010 Çarşamba

hayatımızdaki virgüller

İnsanoğlunun hayatında önemli olan anlar sıralamasını sorsalar bana ben sadece üç tane önemli an olduğunu söylerim. Bunlardan birincisi, annemizin karnında hiçbir çaba harcamadan beslenip ciğerlerimizdeki sıvı ile yaşamaktan vazgeçip, ciğerlerimize hava çektiğimiz ilk andır. İnsan ciğerleri temelde tembel organlardır. Çabuk unuturlar çalışmayı bu nedenle, ameliyatta suni solunum cihazına bağlanan hastalar, ameliyat sonrası yoğun bakım ünitelerinde bütün o ilaç yüklemesinin getirdiği geçici rahatlığa rağmen ciğerlerini yeniden nefes almayı öğretirken yaşadıkları sıkıntı bu anın öneminin daha iyi anlamalarını sağlar. Yeni doğan bebeğin ilk nefesinden sonra attığı çığlık aynı zamanda yaşam savaşında kazanılan en büyük zaferin habercisi ve muhteşem bir performansın göstergesidir.
İkinci önemli an ise, Yaşam defterine son noktanın konulduğu andır. Beyin salgılanması emrini verdiği kimyasallar ile vücudu rahatlatmaya çalışır. Genel olarak büyük bir sakinlikle karşılanan bu süreçte muhtemeldir ki yaşam defterinin sayfalarını dilediği gibi dolduran, geri dönülmez yolculuğun başladığının farkındadır.
Üçüncü önemli an ise aslında kişinin yaşam denen bu karmaşaya karşı duruşunda tercih ettiği profile göre değişen sayıda gerçekleşen karar verme anlarıdır. Birçokmuş gibi gözükmesine rağmen aslında bir anın farklı örnekleridir.
Buradaki” karar” dan kasıt yumurtayı rafadan mı, kızartmamı tercih edeyim türünden kararlar değildir. Bahse konu kararlar, başında büyük bir haykırış, sonunda bir nokta bulunan hayat yolculuğundaki virgüllerin bulunduğu yerlerdir. Her bir virgül bir dönemin tamamlandığını ancak hayatın devam ettiğini belirler.
Bir virgül, evleneceğiniz kişi için, bir virgül, bebeğiniz için, bir başka virgül başka bir şehre taşınma kararınız için koyarsınız ve hayatınıza devam edersiniz. Bazen sizinle paralel giden hayatlardan birinin sonuna bir nokta konur ve bununla ilgili virgülünüz biraz daha koyu durur kâğıdın üstünde.  Paralel hayatlardaki noktalar ve virgüller birbiri ile garip bir ilişki içinde devinimlerini sürdürürler.
Birde, öyle virgüller vardır ki, bütün hayatınızın bir anda değişmesini ve yepyeni bir başlangıcın yapılmasını ifade eder. İşte bu virgüller, benim üzerinde durduğum ve değerli bulduğum anlardır. Çok nadirdirler, çok değerlidirler, çok talepkardırlar ve çok büyük mücadelelerin habercisidirler.
Hayatın başı ve sonu belli olduğuna göre arada sergilediğimiz virgülleri boş verip büyük ve önemli virgülleri değerlendirmeyi amaç edinmek lazım. Geriye bıraktığımız anılarımız içinde çocuklarımıza kendi hayatımızı ellerimiz arasında şekillendirme cesaretine sahip olmanın ne kadar kıymetli bir miras olduğunu göstermek için tek fırsatımızı iyi değerlendirmek lazım her zaman.

Neticede mezar taşımız bunca detayı içermiyecek kadar küçüktür.Öyle olmasıda yeterlidir.Ancak bahse konu türden virgüller, gelecek kuşakların hayatlarını da etkilediğinden, kısıtlı ömrümüzün içinde torunlarımıza bir efsane bırakmak için en büyük şanslarımızdır:-)